“Bugün” gazetesinin haberine göre Ayasofya’nın 2007 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca hazırlanan bir haritada müze değil, ‘kilise’ olarak işaretlendiği ortaya çıktı.
Gerçi bazı çevrelere şirin görünmek isteyen bir işgüzarın işi de olabilir bu ama Türkiye’de bir kesimin Ayasofya’yı hâlâ kilise olarak gösterme gayreti de herhalde inkâr olunamaz.
Öte yandan Fethin sembolü olan Ayasofya’yı müze yapma fikrinin bir Amerikalı’dan geldiği iddiası bir süredir ortada geziniyordu ama bu ‘büyük buluşma’ hakkında unutulmuş bir fotoğraf, iddianın doğruluğunu kanıtlamış oldu.
O fotoğrafı Ankara’daki Milli Kütüphane’de buldum. Bu fotoğrafla birlikte Ayasofya’nın laikleştirilmesi serüveni yeni bir boyut kazanıyor.
Ayasofya bir Hıristiyan mabedi olarak başladığı ömrünün 1453-1934 arasındaki dönemini cami olarak geçirdi. 79 yıldır da laik bir yapı olarak hizmet vermekte.
Müslüman-muhafazakâr camianın 1950’li yıllardan beri talebi, Ayasofya’nın yeniden cami yapılmasıydı. Bu ‘büyük fetih’ önce Menderes’ten beklendi, olmadı. Sonra Başbakan Demirel, Özal ve nihayet Erdoğan oldu umutların odağı. Talep bitmedi ama yerine de gelmedi.
Bu yazıda “Ayasofya neden yeniden cami olmalı?” tezimi savunmak yerine müze yapılmasının arka planına eğileceğim. Ancak birkaç cümleyle tavrımı ortaya koymakta yarar görüyorum:
1) Ayasofya’nın müze yapılması bir bakıma Fetih’ten özür dilemektir. Tarihen Ayasofya’nın statüsü ona sahip olan ülkenin hukukuna göre belirlenir.
2) Hukuken bir vakfın başka bir maksatla kullanılması mümkün değildir; her ne kadar Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından ‘işletiliyor’ ise de, Ayasofya da bir vakıftır: Fatih Sultan Mehmed Vakfı. Hukukun üstünlüğünün dillere pelesenk edildiği bir devirde Ayasofya’ya sıra gelince ‘Canım dış baskıları görmüyor musun?’ bahanesine sığınmanın bağımsız ve büyük devlet olma iddiasıyla bağlantısını kurmak zordur.
Şimdi gelelim 1930’lu yılların başında “Atatürk Türkiyesi” üzerinde Ayasofya’nın cami olmaktan çıkarılması için bir dış baskının olup olmadığına.
Amerika faktörü
Uzun yıllar zamanın Maarif Vekili Abidin Özmen’in gayretkeşliği ve Ayasofya Komisyonu’nun raporu üzerine müze yapıldığı söylenirken maalesef tarihî bilgiler ihmal edildi. 1930’lu yılların ortalarına doğru gidilirken Türkiye’yi yönetenlerin hangi dış etkiler ve baskılar altında hareket ettiği nedense gündeme getirilmedi. Oysa bu yılların dış dünya ile ilişkilerin yeniden kurulduğu, özellikle Anglo-Sakson dünyasıyla krediden tutun da kültürel ilişkilere kadar bir restorasyon dönemi olduğu bilinmelidir.
İşte bu dönemde bir yandan yurtdışına Anadolu medeniyetlerini araştırmak üzere araştırmacılar gönderilirken, öbür yandan Bizans araştırmalarını yürütmek üzere uzmanlar davet edilir. Kimi Bodrum ve Fenari İsa camileri üzerinde çalışırken 1940’larda Kariye Camii ile İznik’teki Bizans kiliselerini cami olmaktan çıkarma çalışmaları dikkat çeker. Demek ki genel olarak vaktiyle cami yapılmış Bizans kiliselerinin eski kimliklerinin ortaya çıkarılması ve yeniden kilise yapılamadıkları için de müzeye dönüştürülmeleri süreci başlar.
İşte Ayasofya’nın müzeleştirilmesi ve mozaikler dahil Bizanten kimliğinin yeniden ortaya çıkarılması faaliyetinin tam bu yıllara denk gelmesi ilginçtir.
İşte laik bir Ayasofya için ilk adımın Thomas Whittemore adlı garip bir ABD’liden gelmiş olması önemlidir. Ayasofya’nın özellikle mozaiklerini yeniden ortaya çıkarma fikriyle İstanbul’a gelen ve bir restorasyon için izin koparmaya çalışan Whittemore’un Atatürk ile bizzat görüşerek onu Ayasofya’yı cami olmaktan çıkarıp bir müze haline getirmeye nasıl ikna ettiğini araştırmacı Natalia Teteriatnikov şöyle ortaya koyuyor:
“Amerika Bizans Enstitüsü, 1930’da Thomas Whittemore tarafından Boston’da kuruldu. Harvard’dan Prof. Robert Blake otobiyografisinde şöyle yazıyordu: “Bizans sanatı, tarihi ve arkeolojisi incelemelerini teşvik etmek konusunda bir Amerikan, İngiliz ve Fransız girişimi olan Bizans Enstitüsü’nün kuruluşunda onunla (Whittemore) birlikte çalıştım. Bizans Enstitüsü’nün büyük başarılarından biri, 1931’de TC’nin Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk’ü, Ayasofya Bazilikası’nın içindeki mozaiklerin ortaya çıkarılması sorumluluğunu Bizans Enstitüsü’ne teslim etmeye ikna etmesiydi.” (Kariye, Pera Müzesi Yay., 2007, s. 34.)
Bu alıntıdan Bizans Enstitüsü’nü yalnız ABD’nin değil, İngiltere ile Fransa’nın da desteklediğini öğreniyoruz. Ancak makalenin devamında daha önemli bir pasaj var. Onu da beraber okuyalım:
Ayasofya müzakereleri
“Atatürk ile Whittemore arasında, ABD Dışişleri Bakanlığı ve Ankara’daki Amerikan Elçiliği’nin aktif destek verdiği müzakereler yürütüldü. Bu müzakerelerin sonucunda Ayasofya cami olarak kapatıldı ve müze olarak açıldı.”
Yeterince açık bir ifade, değil mi? Meğer Atatürk ile Ayasofya pazarlığının içine ABD Dışişleri Bakanlığı ile ABD Büyükelçiliği de girmiş ve sonuçta Ayasofya Camii’ni müze yapma girişimi başarıya ulaşmış. Daha da çarpıcı bir alıntı bu defa bizzat Whittemore’un, çalışmalarını finanse eden Robert ve Mildred Blisse’e yazdığı mektupta geçen şu cümleleri:
“Türk hükümeti geçen yıl üç kiliseyi ulusal anıt ilan etti (Kariye dahil). Bizans Enstitüsü’nün, Türk hükümetinin İstanbul’da kalan Bizans kiliselerinin gözeticisi olarak onların kalıntılarının gecikmiş korumasından sorumlu olduğu yönündeki UYARISINA verilmiş bir karşılıktır bu. Geçenlerde Eski Eserler ve Anıtları Koruma Heyeti’nde bana tanınan yer, Türkiye’de bana her zamankinden daha sağlam bir nüfuz pozisyonu sağlıyor.”
Durum bu: ABD, İngiltere ve Fransa’nın desteklediği bir kurum tarafından uyarılmışız ve buna kiliseden çevrilmiş üç camiyi ‘anıt’ yaparak cevap vermişiz.
Bu durumda Lord Curzon’un 2 Ocak 1918’de söylediği şu sözle yan yana getirilince nasıl bir manzara çıkıyor, takdiri size bırakıyorum:
“İstanbul, özellikle Doğu dünyasının kozmopolit ve enternasyonel bir şehridir. Ayasofya ki, 900 yıl önce bir Hıristiyan Kilisesiydi, elbette gene eski durumuna getirilecektir.”
Anlaşılan o ki, Ayasofya’nın yeniden kilise yapılması istenmiş ama olmayınca orta noktada buluşulmuştur. Neden olmadığını da başka bir yazıda değerlendiririz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder