20 Haziran 2012 Çarşamba

Atatürk'ün bilinmeyen kız kardeşi-MUSTAFA ARMAĞAN

Atatürk: Yazılarak unutturulan lider. Yazılması istenenler köpürtülerek, istenmeyenler sükûta büründürülerek unutturulan demek daha doğru.

Hakkında yazılan binlerce kitap, makale ve derlemenin onun üzerini toz, hatta toprak bulutuyla kaplamış bulunması, bugünün olduğu kadar geleceğin tarihçisini de deveye hendek atlatmak ya da bu diyara hiç uğramamak seçeneklerinden birini tercihe zorlayacaktır.
Misal mi? Geçen hafta Başbakanlık Arşivi'ndeki aslını yayınladığım Atatürk'ün hazineye bağışladığı çiftlikleri (ki mal varlığının sadece bir kısmıydı). Tarihçilik ilk, orijinal kaynağa ulaşmaktır. Peki onun ekmeğini yiyen bu kadar kurum olduğu halde çiftlik meselesini burunlarının dibindeki Cumhuriyet Arşivi'nden incelemeye neden yanaşmamışlardır?
Önümde Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu gibi şatafatlı bir unvana sahip kurumun Atatürk Araştırma Merkezi tarafından 2006'da yayınlanan "Atatürk Orman Çiftliği'nin Tarihi" kitabı duruyor. Yazarı da bir prof.: İzzet Öztoprak. Üstelik metin kısmı 134 sayfa tutan bu kitabı iki prof. da incelemiş! Gelgelelim geçen hafta düzelttiğim maddi bir hata aynen bu 'bilimsel' eserde de tekrarlanmış. Güya Atatürk bir 'çelik' fabrikasına ortakmış. Hayır efendim, çelik değil, 'çeltik' fabrikasına ortaktı. Düzelt düzeltebilirsen.
Aynı takım hücum üstüne hücum tazeliyor. Vay efendim, daha ne istiyorsun, bak ne güzel çiftliklerini hazineye bağışlamış vs. Ben bu kadar mal varlığını nereden edindiğini sorgulamadım ki? Sadece belgedeki dökümü aktardım. Dökümü verince akla bu sorunun geleceğini pekala biliyorlar çünkü ve hemen savunmaya geçiyorlar. Oysa asıl soruları bu haftaya saklamıştım:



1) Atatürk 155 bin dönüm arazi, şu kadar inek, koyun, tavuk (ve yazmayı unuttuğum 58 adet merkep) vesaire demirbaşları Hazineye hangi şartlarda devretmişti?
2) Devretmeseydi bu mallar kime veya kimlere kalacaktı?
İlk sorudan başlayalım.
İsmet İnönü'nün "Hatıralar"ı (Bilgi Yay., 3. baskı, 2009, s. 544-545) çarpıcı bir iddiayı dile getirmekte. 'En yakın arkadaşı' diye sunulan İnönü'ye göre Atatürk, Orman Çiftliği'ni Tarım Bakanlığı'na (Ziraat Vekaleti) satmaya çalışıyormuş. Buna itiraz etmiş. Çiftliklerde hükümet ve devletin de büyük emeği bulunduğunu, dolayısıyla "hazine yardımı ile meydana gelmiş bir eseri tekrar hazineye satma"nın doğru olmayacağını söyleyen İnönü'ye Atatürk "Öyleyse ne yapayım?" diye sormuş. O da "Bilmiyorum" demiş. Bunun üzerine Atatürk "Vereyim ama nereye vereyim?" diye sormuş. İnönü de "Hazineye ver" diyerek çiftliklerin hazineye devrinin kendi tavsiyesi üzerine gerçekleştiğini anlatmış. İnönü bombanın pimini çekmeyi ihmal etmez:
"Aslında çiftliği elden çıkarma(sı)nın bir sebebi de zarar etmesi(ydi). Ondan kurtulmak için satış muamelesi düşünülüyor."
Yani zarar eden çiftliği devlete satarak zarardan kurtulmak istemektedir Atatürk. Bunu kim söylüyor? Devrin Başbakanı. Nerede söylüyor? Sabahattin Selek'e anlattığı hatıralarında. Başka ne söylediğini merak ettiniz mi? Öyleyse özetleyerek okumaya devam:
"İkincisi, çiftlik hazineye devrediliyor, fakat bira fabrikası devredilmiyor. Pekala dedim, sahibi Atatürk olduğu için Tekel (İnhisar) Bakanlığı Atatürk ile mukavele imzalayacak. Atatürk'le konuştum. Bakanlıkla mukavele yapacaksınız dedim. Güldü. 'Nasıl olacak?' dedi. 'Bu olmayacak. Karşı karşıya geçeceğiz de devlet başkanı ile hükümet olarak tekel mukavelesi yapacağız, olmaz bu' dedim."
İnönü'nün söylediklerinde iki önemli nokta öne çıkıyor: 1) Atatürk çiftlikleri zarar ettikleri için devlete satmak istiyor ama buna kendisi engel oluyor. 2) Sonunda hazineye bağışlıyor ama kâr eden bira fabrikasını listeden çıkartıyor, buna da İnönü engel oluyor. Cumhurbaşkanının bir bakanıyla karşı karşıya geçip fabrikası için mukavele imzalayacak olmasındaki çarpıklığı bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor.
İnönü'yü destekleyen bir başka ifadeye, Kâzım Özalp'ın Türkiye İş Bankası Yayınları'ndan çıkan "Atatürk'ten Anılar" kitabında rastlıyoruz. Eski TBMM Başkanı bakın ne yazmış: "Ancak, yapılmış olan büyük yatırımlar nedeniyle borçlar da çoğalmıştı. İsmet Paşa'nın teklifi üzerine Atatürk, çiftliği, geliştirilmesini devam etmek şartıyla, bir milli müessese olarak idare edilmek üzere, borçlarıyla beraber hükümete devretmeye razı olmuştu.''
Şimdi diğer soruya geçebiliriz: Çiftliklerini hazineye bırakmasaydı ne olacaktı? Söyleyeyim: Tek yasal varisi olan kız kardeşi Makbule Hanım'a kalacaktı! Makbule Hanım o tarihte tüccar ve fabrikatör ve dahi milletvekili Mustafa Mecdi Boysan'la evliydi.
Genellikle pasif ve ketum bir kadın olarak sunulan Makbule Hanım'ın dinî konularda farklı bir tavır içinde olduğunun en azından 3 örneğini biliyoruz. Birincisi, 19 Kasım 1938 sabahı Dolmabahçe Sarayı'nda cenaze namazının kılınmasında ısrar eden kişinin Makbule Hanım olduğunu, hatta 1953'te Anıtkabir'e götürülmek üzere tabutu açıldığında içine Arapça bir dua yazılı kâğıdı koymak istediğini biliyoruz.
Ayrıca Falih Rıfkı Atay "Çankaya"sında (Atatürkçü olsam ilk işim bu kitabı yasaklatmak olurdu!) Serbest Fırka'nın faaliyette olduğu yıllarda Atatürk'ün kulağına gelen 'en acı haber'den şöyle bahseder: "En yakınlardan birinin Yalova köylerinde, kendi aleyhinde, DİN PROPAGANDASI YAPMIŞ OLMASI idi (1)." Diyeceksiniz ki, ne var bunda, isim vermiyor ki! Siz öyle zannedin, "Çankaya"nın 1969 baskısının 574. sayfasındaki 1 nolu dipnotta şu cümle yazılıdır: "Yapan kız kardeşi idi." Gördünüz mü Atatürk'ün o pasif ve suskun kız kardeşini? Serbest Fırka'ya girince Yalova köylerinde ağabeyi aleyhine din propagandası yapmış. Bunu da bir kenara yazın.
Şimdi bilinmeyen bir başka tarafını gündeme getireceğim Makbule Hanım'ın. 8 Kasım 1952 tarihli "Resimli 20. Asır" dergisinde gazeteci Kandemir'in kendisiyle yaptığı bir söyleşi yayınlanır. İçini döker zavallı kadın. Kocasından boşanmıştır. Ne arayanı vardır, ne soranı. "Hayatta yapayalnız kaldım" der, "Allah'tan başka hiç, hiç kimsem yok. Şu evde, ÖMRÜM KUR'AN VE İBADETLE GEÇİYOR. Bir de O'nun sesi kulaklarımda."
Siz hiç Makbule Hanım'ın ömrünün namaz kılarak ve Kur'an okuyarak geçtiğini yazan bir Atatürk kitabı okudunuz mu? Okumadınız muhtemelen ama sağlığında yayınlanan bu söyleşisinde öyle diyor. Başka ilginç şeyler de diyor: Annem Zübeyde Hanım'ın mezarı başına bir taş dikilsin demişti abim, onlar ise götürüp bir kaya parçası koymuşlar. "Böyle yapacaklarını bilseydi herhalde razı olmazdı."
Atatürk'ün, İnönü'nün oğullarına mirasından para bıraktığı vasiyete inanmadığı türünden yenilir yutulur olmayan şeyler de söylüyor ama bu kadarı bile Makbule Hanım'ı tanımadığımızı göstermeye yeterli. Neyse, ben şu "Din propagandacısı" üzerinde biraz çalışayım izninizle.

3 Haziran 2012 Pazar

MUSTAFA ARMAĞAN-Fatih'in Kürt hocası

İstanbul'un fethinin 559. yıldönümünü mü kutladık, yoksa 576. yıldönümünü mü? Bakıyoruz takvime ve 2012'den 1453'ü çıkarınca 559 kalıyor. Şu soruyu ekliyorum hemen: Fatih'in cebindeki günlüğünde Fetih günü için hangi tarih vardı? Tabii ki Miladi takvimle 1453 değil, Hicri takvimle 857 yazılıydı. Yani Fatih ve övülmüş askerleri için fetih tarihi 857'dir.

Hicretin 1433. yılında yaşayan ama bunu idrak etmeyen bizler için 576 'Müslüman senesi'nin bu müjdelenmiş şehirde yaşandığını düşünmek epeyce zor olmalı, zira Ahmet Haşim'in "Müslüman saati" yazısında anlattığı yaklaşan vahamet, bugün kendini Fatih'in safında zannedenleri dahi vurmuş durumdadır.
6. yüzyılda Bodur Denis adlı keşişin yaptığı bir takvimle Fatih'i ve "Fetih ruhu"nu nasıl anlatabilir ve anlayabilirsiniz ki? Böylece onu, ait olduğu Hicret düzleminden kopartıp üstelik yendiği medeniyetin dünyasına kilitlemiş olmuyor musunuz? İyi ama 'bu Fatih' kimin Fatih'idir ve size mesajını bu kadar kilit altındayken nasıl verecektir?
Aynı şekilde Fatih'i Türklüğe sabitlemek ve sadece Türklerin gurur duyacağı bir büyük hamlenin öznesi yapmak da onu, gerçekte ait olmadığı bir başka hapishaneye sokmak olacaktır. Fatih soyu itibarıyla elbette Türk'tür. Ama ya çevresi? Türk de, Arap da, Rumeli kökenli de, Kürt de, Afgan da Osmanlı Devleti'ne hizmetleri ölçüsünde değer kazanırdı.
Mesela Fatih'in yetişmesini anlatırken Molla Gürani adlı hocasından söz etmeden geçmeyiz ama onun milliyeti üzerinde nedense durmayız. Bunun gerçek sebebi, ecdadımızın milliyet meselesine bizimki gibi takıntılı olmamasıdır.
Bu yazımızda Şehzade Mehmed'i sopasıyla dövdüğü ve Kur'an'ı hatmettirdiği kaynaklarda geçen Molla Güranî'nin milliyeti ve hayatıyla ilgili kısa bir yolculuğa çıkarmak istiyorum sizi. Asıl hedefim, Fatih'i, içine sıkıştırdığımız o dar 'ulusal' çerçeveden çıkartıp ne denli kuşatıcı bir bakışa sahip olduğunu gösterebilmek.
Molla Güranî'nin nerede doğduğu konusunda farklı görüşler var. Birçok Osmanlı kaynağı "Güran"da doğduğunu yazmakta. Ancak Güran neresidir? Tam olarak tespiti mümkün değil. Çağdaşı olan Sehavî'nin verdiği bilgiye göre 1410-11'de Kuzey Irak'taki Şehrizor'un Güran kasabasında doğmuştur. Ancak Güran'ın nerede bulunduğu konusunda görüşler muhtelif. Bazıları onun İran'daki İsferayin'in bir köyü olduğunu kaydediyor. Diğer taraftan çağdaşı Bikaî, Molla Güranî'nin kendisine bizzat Diyarbakır civarındaki Hiler köyünde doğduğunu söylediğini naklediyor.

Molla Güranî'nin (oturan) Taşköprülüzade'nin "Şakâyık"ında mevcut minyatürü.
Doç. Dr. Sakıp Yıldız'ın dikkatini Köprülü Kütüphanesi'nde 1119 numara ile kayıtlı Bikî'nin "Unvânu'z-Zaman" adlı eserindeki şu ilginç cümle çekmiş: "Bana söylediğine göre 813 (1410-11) senesinde Hiler'de doğmuştur, ona bağlı olan Gûrân'da değil." Bu bilgiden yola çıkan Yıldız, Molla Güranî'nin, Diyarbakır'ın Ergani ilçesine bağlı Hiler köyünden ve Türk olduğunu iddia ediyor.
O zaman şu soru cevaplanmayı beklemektedir: Neden "Hilerî" değil de "Güranî" olarak isimlendirilmiş, kendisi de imzasını neden bu şekilde atmayı tercih etmiştir? Bu sorunun tatminkâr bir cevabı verilebilmiş değil.
Geçen kış Diyarbakır'da bulunan Mehmet Güran adlı torunuyla konuştuğumda bana Molla Güranî'nin soyunun aslen Türk olduğunu fakat sonradan Kürtleştiklerini anlatmıştı. Ancak aynı sülaleden Avukat Mustafa Güran, Arap olduğunu, Diyarbakır'da halk arasında "Deşt-i Gevran" olarak bilinen Gevran Ovası'na yerleştiklerini iddia ediyor. Anlaşılan, bu konuda aile arasında da bir birlik sağlanabilmiş değil.
Köken sorunu her zaman karışıktır. Ancak benim kanaatim, gerek sert ve bükülmez karakteri, gerekse Şafiî mezhebine mensup oluşu (ki Sultan II. Murad'ın arzusu üzerine Hanefiliğe geçmiştir, ancak uzmanlar kitaplarında Şafiî mezhebine sadık kaldığı kanaatindedir), dolayısıyla Kürt asıllı olma ihtimali yüksektir. 20. yüzyılın büyük biyografi yazarı Zîrikli de "Şehrizor ehlinden Kürt asıllı" diyerek Fatih'i yetiştiren hocanın milliyetini belirtmek ihtiyacını duymuştur.
Taşköprülüzade'nin "Şakâyık-ı Nu'mâniyye"de zikrettiği birkaç fıkra, Molla Güranî'nin karakteri hakkında ipuçları yakalamamızı sağlıyor.
Manisa'da bulunan geleceğin "Fatih"ine hoca olarak tayin edilen sert mizaçlı ve heybetli Molla Güranî, elinde değnekle Şehzadenin odasına girer ve emirlerine karşı gelirse onu döveceğini söyler. Şehzade Mehmed gülünce ilk dayağını "bir güzel" yer ve kısa zamanda bu eli sopalı hocanın sıkı bir talebesi olur, Kur'an-ı Kerim'i onun yanında hatmeder. Sultan Murad ise ödül olarak kendisine paha biçilmez hediyeler gönderir.
Tahta geçince Fatih kendisine veziriazamlık teklif eder. Molla Güranî bu devletlû olma teklifini, göreve kapısında bekleyenleri getirmesi tavsiyesiyle nazikçe reddeder. Bunun üzerine kazaskerliğe getirilir ama orada da rahat durmaz. Padişaha sormadan tayinlerde bulununca azledilip Bursa kadılığına atanır. Orada da padişahın gönderdiği şeriata aykırı bir fermanı, getiren çavuşun gözü önünde yırtıp atınca veya yakınca, üstüne üstlük getireni de dövünce kadılıktan azledilir.
Bir süre ortalıktan kaybolmak için hacca gider, dönüşte yine Bursa kadılığına atanır. Hatta onun ilim ve dinin haysiyetini korumaya ne kadar hassasiyet gösterdiğini anlayan Fatih, bu defa maaşını da artırır. Ardından Molla Hüsrev'in yerine, bazılarının Şeyhülislamlık dediği İstanbul kadılığına getirilir (1462-63; Taşköprüzade'ye göre 5 yıl sonra). Vefatına kadar bu görevinde kalacaktır.
Molla Güranî kendisini kabre koyacakları vakit ayağından tutarak mezarın kenarına kadar sürüklemelerini ve sonra defnetmelerini vasiyet etmiştir. Tabii kimse buna cesaret edemez. Mübarek naşını bir hasırın üstüne koyup sürüyerek kabri başına getirip defnederler. Görenler cenazenin muazzam bir kalabalıkla kaldırıldığını yazmaktadır.
Kimseye eyvallahının olmaması, kendi hocalarını eleştirmekten çekinmemesi, Kahire'de bir âlimle mahkemeye düşecek denli sert bir kavgaya tutuşması, Fatih'e dahi ismiyle hitap etmesi gibi örnekler de gösteriyor ki, o, karakteriyle adeta 5 asır önce Bediüzzaman Said Nursî'yi müjdelemektedir

MUSTAFA ARMAĞAN-Atatürk, Hasan Tahsin'in adını neden anmadı?

Yılmaz Özdil, yalnız kendisinin değil, yakın çevresinin de tarihten ne kadar anladığını ayan beyan ortaya koyan bir yazı kaleme aldı "Hürriyet"te (16 Mayıs 2012). Verdiği bilgiler tutarsız, yanlış, hatta uydurmaydı. Araya "trak, trak, trak" gibi ses efektleri de eklediğine göre tarih değil, senaryo yazdığından şüphe edilemez.

Mesela diyor ki: İzmir'in Yunanlılarca işgalinde "zırhlı gemiler"den çıkan askerleri karşılayan "Aya Fotini Kilisesi'nin papazı Hrisostomos 'Evlatlarım, ne kadar Türk kanı içerseniz, o kadar sevaba girersiniz' diyerek, atıyla inen sancaktarın çizmelerini öpüyordu'."
Bir kere Hrisostomos Aya Fotini Kilisesi'nin papazı değil, İzmir Metropolitiydi (Metropolitlik makamı Aya Fotini'deydi sadece). "Ne kadar Türk kanı içerseniz, o kadar sevaba girersiniz" dediğini ne Yunan, ne de Türk kaynakları söyler, iki. Sancaktarın çizmelerini öptüğü uydurmadır, üç. (Zaten bu sancaktar da asker kıyafeti giyinmiş Yani veya Yorgaki adlı özbeöz İzmirli bir Rum'du.)
Bir cümlede bunca hatadan sonra devam ediyor:
"İnce, uzun, siyah takım elbiseli bi delikanlı fırladı ortaya, aniden... 'Olamaz' diye bağırıyordu, 'böyle güle oynaya giremezler'! Son sözü buydu. (...) Bastı tetiğe, peş peşe, trak trak trak..."
Kendi zamanında hiçbir kaynakta geçmeyen bu sözler 1970'lerde Hasan Tahsin efsanesini parlatanlardan Ömer Sami Coşar'ın uydurmalarıdır. Onu o sırada gören ve bu sözleri bize aktaran bir tanık bugüne kadar bulunamamıştır.
Hangi birini düzeltelim: Ne Hasan Tahsin 30 yaşında hayatını kaybetmişti (38'indeydi), ne İzmirliler "her zaman sahip çıkmış"tı ona. Hatta 27 Mayıs darbesine kadar onu hatırlayan dahi olmamıştı. Şu da birilerinin kulağına küpe olsun: Hasan Tahsin anıtının dikilmesi emrini veren, "ihtilalin kudretli Albayı" Alparslan Türkeş'tir.
Bir soru: Acaba Atatürk'ün Hasan Tahsin hakkında (üstelik hemşerisidir) tek bir cümle etmeyişini nasıl yorumlamak gerekir?
Atatürk ve Hasan Tahsin
Garibinize gitti biliyorum ama Ata-türk'ün ne 1919'da, ne de daha sonra Hasan Tahsin şunu yaptı, bunu yaptı türünden bir açıklamasını bulabilmiş değiliz. Olsaydı zaten allayıp pullayıp "İlk Kurşun Anıtı"nın alnına kazırlardı. Gerçekten de tuhaf bir durum. Neden yok acaba? Atatürk, hemşerisi Hasan Tahsin'in ismini duymamış olabilir mi?
Tuhaftır, sade o değil, kendi döneminde Hasan Tahsin'in İzmir'de ilk kurşunu attığını duyana, bilene rastlamak imkânsız gibi. Buyurun Atatürk döneminde yayımlanan tarih dersi kitaplarına bakalım beraberce.
1929 tarihli Hamit ve Muhsin'in "Türkiye Tarihi"nde ismi geçmez. Aynı yıl basılan Ali Reşat'ın "Umumi Tarih"inde de bulunmaz. 1931 tarihli "Tarih IV" başlıklı resmî ders kitabı ise bırakın Hasan Tahsin'in kahramanlığını anlatmayı, tam tersine, ilk kurşunun Yunanlılarca atıldığını ispatlamak peşindedir.
Peki daha sonraki yıllarda basılan ders kitaplarımız ne diyor. Hızla göz atıyoruz: Prof. Enver Ziya Karal 1958 tarihli "Türkiye Cumhuriyeti Tarihi"nde Hasan Tahsin'i zikre layık bulmaz. Atatürk'ün "kızı" Afet İnan'ın ilk baskısı 1973'te yapılan "Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi" kitabında da Yunanlıların İzmir'e asker çıkarmalarının "halk arasında tepkiye neden olduğu" yazılır sadece. Yani 1973'te Atatürk'ün bu kadar yakınında bulunan biri bile Hasan Tahsin'in adını anmaz.
Bütün hikâye, 1972'de İzmir Gazeteciler Cemiyeti'nce çıkarılan "Anıt Adam" (yazan: Zeynel Kozanoğlu) kitabıyla başlamış ve inkılap tarihlerinde ismi geçmeyen birisi, kitapların baş köşesine kurulmaya başlamıştır.
Kozanoğlu kitabında çok ilginç bir açıklama yoluna başvuruyor ve diyor ki: "Cumhuriyetimizin ilk yıllarında, yakın tarihimizde cereyan etmiş birtakım olayların ve yürütülmüş faaliyetlerin açığa vurulması ve tartışılması sakıncalı görülmüştü."
Meğer İngilizlerle aramızı bozmamak için(!) Atatürk ve İnönü, Hasan Tahsin'e sansür koydurmuş! Gözlerinize inanamıyorsanız cümlesini aynen yazayım:
"Dünya milletlerine, Yunanlıların İzmir'e çıkarken bir zulüm makinası gibi davrandıkları gerçeğini kabul ettirebilmek için çırpındığımız o sıralarda, onlara karşı ilk kurşunun tarafımızdan sıkıldığından da, elbette söz edemezdik."
Müthiş! Yakın tarihimizin ne denli ağır bir baskı altında yazıldığının bu derece net bir itirafına başka bir yerde rastlamadım.
"Tetikçi" Hasan Tahsin'den bir kahraman yontma derdine düşenlere birkaç sözüm var:
1) Onlarca ciltlik "Atatürk'ün Bütün Eserleri"nin indeksini taradım, Hasan Tahsin adlı milletvekillerinin ismi geçtiği halde, Atatürk "sizin Hasan Tahsin"den tek kelimeyle söz etmiyor. Bunu Atatürk'ün İngilizlerden çekinmesine mi bağlıyorsunuz yoksa onun ilk kurşunu sıktığından haberdar olmayışına mı? Yoksa unutkanlık veya dalgınlığına mı?
2) Hasan Tahsin'in "Hukuk-ı Beşer" gazetesinde (6 Mart 1919) Damat Ferid Paşa'yı "seçkin bir sima, yüksek bir şahsiyet" diye övmüş olmasını nasıl yorumluyorsunuz?
3) İşgal sırasında Müslüman kadınların açılıp saçılmasını ve eğlence yerlerine gitme serbestliğini savunan birinin normal olduğu söylenebilir mi? (Gazetesi bu yüzden Nureddin Paşa tarafından kapattırılmıştır.)
4) Vali Rahmi Bey'in oğlunu kaçırtan Çerkes Ethem'i övdüğünü biliyor muydunuz?
Atatürk de hata yapar!
Okumalarım sırasında dünya kadar araştırmacı istihdam eden kurumların düzeltmeye cesaret edemedikleri maddi bir hata ile karşılaştığımı söylemek zorundayım.
Atatürk 14 Mart 1919 günü Harbiye Nezareti'ne yazdığı bir yazıda, "Hukuk-ı Beşer" gazetesinde kendisine "haydutbaşı" diyen birini yerden yere vurmakta ve hakkında gerekenin yapılmasını istemektedir. "Alçak, iftiracı, vicdansız, namussuz" dediği kişinin Mevlanzade Rıfat olduğunu çıkartıyor kimileri. Oysa Atatürk de yazısında "Hukuk-ı Beşer" gazetesinde çıkan bir yazıdan söz ediyor. Bu gazete, bildiğimiz gibi Hasan Tahsin'in başyazarı olduğu gazetedir. Acaba Atatürk'ün Hasan Tahsin'e düşmanlığı, kendisine "vurguncu, haydutbaşı" demesinden geliyor olabilir mi?
Burada bir isim karışıklığı var. Mevlanzade Rıfat'ın çıkardığı gazetenin ismi "İnkılab-ı Beşer". Çıkardığı diğer bir gazetenin adı, "Hukuk-ı Umumiye". Muhtemelen bu iki ismin Atatürk'ün hafızasında karışması sonucunda "İnkılab-ı Beşer"de çıkan yazıyı, Atatürk "Hukuk-ı Beşer"de çıkmış diye şikayet etmiştir.
İlginç bir hususa işaret ederek noktalıyorum bu "çok olan" yazımı: Sadi Borak'ın dediğine göre Mevlanzade Rıfat, gazetelere de sızdırılan bu şikayetnamesi üzerine Atatürk'e hakaret davası açmıştır. Avukatlarına danışan Atatürk, mahkûm edilebileceği uyarısını alınca onlara davayı mümkün olduğu kadar uzatmaları ve vakit kazanmaları talimatını veriyor. Böylece Atatürk'ün Samsun'a giderken aleyhinde açılmış bir dava bulunduğunu öğrenmiş oluyoruz. (Öyküleriyle Atatürk'ün Özel Mektupları, Çağdaş: 1980, s. 141-141.)
Bana çok ilginç geldi, sizi bilemem tabii.

MUSTAFA ARMAĞAN- BUGÜNKÜ KEMALİZM BİLE 27 MAYISIN ÜRÜNÜ

Düşmana ilk kurşunu attığı söylenen Hasan Tahsin'in adının 27 Mayıs darbesinden sonra yayıldığını ve Atatürk'ün adını dahi anmadığı birinin kahraman yapılmasının ancak bir darbe ortamında gerçekleşebileceğini yazmakla ne büyük günah işlemişim meğer.

40 yıl önce Hasan Tahsin efsanesini doğuran Zeynel Kozanoğlu bile bu yaşında harekete geçip kendisinin sözlerini fazla ciddiye aldığımı(!) yazdı. Kitabı kendi kütüphanesinde bulamamış. Bir kütüphaneye gitmiş, oradan da sırra kadem basmış. O bulamadıktan sonra ben nasıl bulmuşum acaba?
Bunlar gerçekten de çağın dışında yaşıyorlar. Girin internete, onlarca satıcısı var, hem de 3-5 liraya. Adres verin, ben göndereyim ama lütfen öyle "Şimdiki çocuklar harika" gibi boş laflar etmeyin. Çünkü 'şimdiki' çocuklar harikalıkta beni de aştılar, isterseniz kitabınızı size pdf formatında 'atabilirler'!
Nicedir söylüyorum, Türkiye'de darbeciliğin mahsulü olan bir paradigma çöküyor, çökecek, çökmek zorunda. Yoksa bu tarih denilen enkazın altında hepimiz boğulacağız. Hükümet kentsel dönüşüm yapıyor, güzel, yapsın ama tarihsel dönüşümü ne zaman başlatacağız? Hasan Tahsin'leri gerçek yerine oturttuğumuz zaman elbette! Bize Atatürk öğrencilik hayatında bütün sınıflarını birincilikle bitirdi diye öğretmişlerdi. Oysa Atatürk Araştırma Merkezi'nin yayınladığı Ali Güler'in "Askerî Öğrenci Mustafa Kemal'in Notları" (Ankara, 2001) adlı kitabında 1895'ten 1905'e kadarki sınıflarında Mustafa Kemal 29. da olmuş, 2. de; gelin görün ki, hiç 1. olamamış.
Şimdi bu bir eksiklik midir? Değildir kuşkusuz ama kusursuz bir kişilik sunmak isteyenlerin gayretkeşliğidir ve daha çok da bizim gibi 27 Mayıs sonrasında okula başlayan öğrencilere Atatürk böyle verilmiştir; hâlâ da değiştiğine dair bir emare göremiyorum. Okullar ve resmi dairelerdeki Atatürk köşelerinden tutun da, her köşe başına heykel ve büstünü diktirme furyalarının nedense hep darbelerin arkasından gelmesi, Atatürk'ün darbeciler tarafından kalkan olarak ne denli büyük bir maharetle kullanıldığının kanıtları olarak ortada.
Bu işin bir de dışarıdan görünüşü var. Kemalist söylem öylesine kurnazca kurgulanmış ki, Atatürk'ü öven hangi yabancı olursa olsun alabildiğine yüceltiliyor, birazcık eleştirel bakmaya çalışan bütün yabancılar hainlik ve düşmanlıkla suçlanıyor, sesinin duyurulması engelleniyor. Hatta açıkça sansürleniyor.
Mesela Arnold Toynbee denilince şu sözü alıntılanır hemen: "Mustafa Kemal uyanık, doğru görüşlü, sarsılmaz derecede sağlam kararlı; kendisinden çok, ülkesi için ihtiraslı; yüksek karakterli ve otokratik disiplinli bir önderdi." Güzel. Peki "ünlü tarihçi" dediği Toynbee'nin bu sözlerini aktaran emekli Korgeneral, "Tanıdıklarım" adıyla Türkçeye çevrilen kitabında söylediklerini neden es geçiyor acaba? (Kaldı ki, Türkçeye çeviren yayınevi de başımıza bir iş gelir endişesiyle bazı kısımları çıkarmak sorunda kalmış metinden. Ben kısmen zararsız -umarım öyledir- ve çeviride atlanan bir kısmını sizinle paylaşmak istiyorum. Bakın Toynbee nasıl harikulade bir analiz yapıyor Mustafa Kemal Paşa hakkında (3 nokta koyduğum yerler konumuzla doğrudan ilgili olmadığı için atlanmıştır):

1950'li yıllarda, yani 27 Mayıs darbesinden önce Atatürk imajının geleneklerle uyumlu kılınma süreci başlamıştı. Nitekim 1953 yılındaki Fethin 500. yıldönümü kutlamaları Cumhuriyetin Osmanlı ile kucaklaştığı ilginç törenlere ve algı dönüşümüne sahne olmuştu. İşte 27 Mayıs darbesi, Atatürk'ü yeniden buyurgan/askeri bir yönetim anlayışının yörüngesine oturtarak onu dinî değerlerden olabildiğince uzağa konumlandırmaya soyundu. 16 Temmuz 1952 tarihinde Köroğlu dergisinde çıkan bu karikatür de Yunanlıların Ayasofya'yı kiliseye çevirtme isteklerine Fatih ile Mustafa Kemal'i gökyüzünden palikaryaya sinirlenirken göstermekte bir sakınca görmemişti.
"1923'te bir bahar gecesi Ankara'da Atatürk'ün misafiri olmuştum. (...) Atatürk eğer muhatabının söyledikleri ile aynı fikirde değilse, ağzını açmadan önce kaşlarını çatarak karşısındaki kişiyi gözüyle korkuturdu. Benim söylediklerimin yanlış olduğunu söylerken de aynı yüz ifadesini takınmıştı. (...) Fikir alışverişimiz kısa sürdü. Fakat bu kısa diyalog, karşımdaki liderin hem güçlü olduğunu hem de Leibnizci anlayışa yakın bir çizgide davrandığını anlamama yetmişti. Atatürk'ün birkaç tane dahiyane fikri olduğunu biliyordum: (Ona göre) Türk milletinin kurtuluşu, imparatorluğun üstlendiği rolü terk ederek milletin tüm enerjisini uzun süredir ihmal edilen kendi değerlerinin benimsenmesine yoğunlaşmasında yatıyordu. Hayal gücü bir hayli kuvvetli ve son derece dinç liderin eksik olduğu tarafı, kendi değerlerine geri dönüş yaparken bir midye gibi kabuklarını kapatması ve böylece iki kere düşünme imkânından kendini yoksun bırakmasıydı. İki kere düşünmenin en faydalı sonucu, fikir alışverişinde bulunmaktır. Atatürk'ün midye misali bu kapanışı, zannediyorum onun negatif iradesinin bir sonucu. Ülkesini onun bu kararlılığı kurtarmıştı. Ama ülkesinin onun inatçılığı karşısında ödeyeceği bedel, bir diktatör tarafından yönetilmek oldu."
Şimdi soruyorum: "Ünlü tarihçi"nin Atatürk'ü olumlu değerlendiren görüşüyle yazısını süsleyen Em. Korgeneral, bu görüşünü neden almaz? Alamaz da ondan. Üniversiteler de alamaz. Yakınlara kadar basında da yer alamazdı. Kanıtları ikiye böl, yalnız olumlu olanlarını al; diğerlerini unuttur ve sansürle; ve bu bir tarihçilik olsun. Ben nelerini gördüm: Şu anda önemli yerlerde bulunan bir prof., Türk Tarih Kurumu'nun sözde bilimsel bir sempozyumuna Lozan'ın maddelerini sunarken, farkına varmadan İngilizlerin bize sundukları barış teklifinin maddelerini koymuş ve kimsecikler de bunun farkında olmamıştı; kendisi dahil! Üstelik kitap halinde de basıldı bu tebliğ.
Hasan Tahsin'i allayıp pullayanları şimdi kendi kitaplarını bulamaz; profları Lozan'ın İngiliz versiyonunu kullanmakta sakınca görmez (bir de İngilizlere karşı kazandığımız diplomatik zafer diyorlar!), hiç sınıf birincisi olmadığı halde Atatürk'ün sınıflarını hep birincilikle bitirdiğini yazarak geçinirler. Güya Hitler diyesiymiş ki, 'Ben Atatürk'ün talebesi sayılırım'; bununla övünenleri dahi gördük.
Bakın, aklı başında bir tarih metni nasıl yazılır, görmeniz için August von Kral'ın 1937'de çıkan "Das land Kamâl Atatürks" kitabından birkaç aktarmada bulunayım. Türkiye'de görev yapan elçiler ülkelerine bizimle ilgili bakalım hangi bilgileri geçmişler 1930'lu yıllarda?
İnsanlar birçok şehirde ülkenin altyapısını yeniden inşa etme planlarındaki başarısızlıklardan şikâyetçilermiş. Göçmenleri savaşın harap ettiği köylere yerleştirmişler ama destek vermemişler; tekel uygulaması yüzünden mal darlığı yaşanıyormuş; ekonomik güçlükler sebebiyle iflaslar ve ağır borçlanmalar oluyormuş; öğretmen ve memurlar düşük maaştan yakınıyorlarmış; hükümet görevlileri tarafından etnik azınlıklara karşı ayrımcılık yapılıyor ve nihayet salgın hastalıklar, kıtlık ve sel gibi felaketler hayatı iyiden iyiye yaşanmaz kılıyormuş. (Aktaran: Gavin D. Brockett, "How Happy to Call Oneself A Turk", Texas Üni. Yay., 2011, s. 41. Bu nefis kitabı tanıtmak için fırsat kolladığımı da söyleyeyim.) Gerçek tarih budur da demiyorum. Ama tarihçilik, her iki ucu alıp makul bir noktada buluşturmak değil midir?

2 Haziran 2012 Cumartesi

BANU AVAR ATATÜRK ANITI KÜBA'DA

BANU AVAR ATATÜRK ANITI KÜBA'DA

BANU AVAR- KAÇIN DEMOKRASİ GELİYOR

BANU AVAR- TÜRKİYE ÜZERİNE OYNANAN OYUNLAR

BANU AVAR- YENİ DÜNYA DÜZENİ AKTÖRLERİ

BANU AVAR- SURİYE OYUNU

BANU AVAR- ARAP BAHARI

BANU AVAR- SEVR'DEN BOP'A TÜRKİYE

BANU AVAR- İHANETİ GÖREMEYENLER VARSA

BANU AVAR- STRAZBURG'DA TÜRK OLMAK

BANU AVAR- MEYDANI BOŞ BULURSA

BANU AVAR- CIA AJANI VE CAN DÜNDARI ANLATIYOR

BANU AVAR- PAMUK'UN NOBEL ÖDÜLÜ

BANU AVAR DÜNYA DÜZENİ CIA VE DARBELER

BANU AVAR- ÇİN GERÇEĞİ

BANU AVAR- İYİ BAKIN ADAMLAR YALAN SÖYLÜYOR

BANU AVAR- APO GERÇEĞİ

BONU AVAR- FÜZE KALKANI GERÇEĞİ

BANU AVAR- İBLİSİN GÖZDESİ MEDYA

BANU AVAR-KÜRT AÇILIMI

BANU AVAR-OBAMA KİMDİR

13 Mayıs 2012 Pazar

Lozan’ın gerçek kahramanı kimdi?

CHP, Başbakan’ın Lozan’ı anarken İnönü’den söz etmemesine karşı sert bir bildiri yayınlamış.
CHP’ye göre İnönü’yü anmamak kendi tarihine ihanet etmekmiş. Asıl beni bu yazıyı yazmaya sevk eden, İnönü’nün adının anılmamasını vatana ihanetle eş tutmaları oldu.
Lozan’da gerçekte kimin kazandığı, aradan geçen 88 yıla rağmen aydınlatılabilmiş değil. Sebebi basit: İçeride kesif bir propaganda bulutu kol geziyor: Bir yanda “Lozan zaferi”nin mimarı İsmet Paşa, alabileceğinin hepsini aldı, Lozan Sarayı’nın camlarını gür sesiyle titretti, yedi düveli dize getirdi cinsinden yağcılıklar. Dışarıda yazılanlara karşı da ya taştan bir duvar ya da ‘Zaten emperyalistler başka ne yazacaktı ki’ sızlanmaları. Belge deseniz, görüşmelerin en kritik olanları kapalı kapılar ardında cereyan etmiş, dolayısıyla mahrem bilgiler hemen hemen yok gibi (Rıza Nur’unkiler hariç). Affedersiniz ama Lozan eğer onur duyulacak bir “zafer” idiyse her anının şerefle belgelenmesi gerekmez miydi?
Öyle de, elde İsmet Paşa’nın muğlak Türkçesiyle gevelediklerinden öte bir şey yok. Mecliste yapılan 14 muhalif konuşmada bazı ipuçları seziliyor ama onların da danışıklı dövüş kabilinden -yani dostlar müzakerede görsünler hesabı- çıkışlar olduğunu bir parça iz’anı olan hemen anlar.
O zaman hakikat nasıl ortaya çıkacak?
İşin tuhafı, eğer bir zafer varsa, mantıken bir kaybeden de olmalıdır. Peki Lozan’da kim kaybetmiştir?
İngiltere mi? Lord Curzon’un Londra’da İngiltere’nin kaybettiği itibarı geri getiren adam olarak karşılandığını biliyoruz. Yunanistan mı? Venizelos’un tek kuruş tazminat ödemeden, üstelik adaları ve Batı Trakya’yı nasıl ustalıkla sınırları içinde tutabildiğini, savaşı kaybeden Yunanistan’ı en az zararla kurtardığını biliyoruz. Fransa mı? Belki Fransa kapitülasyonlar açısından kayıpları oynamış denilebilir ama o da geçici güney sınırlarını kalıcı hale getirip Sancak (İskenderun-Antakya) bölgesini elde tutabilmişti.
Soruyu tekrarlıyorum: Lozan’da kim kaybetmiştir? Fedakârlığı kim yapmıştır? Geri adımı kim atmıştır?
İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan kaybetmediğine göre bir kaybeden olmalıdır ve acıdır ama bu, Türk tarafıdır. Bunu ben söylemiyorum. Tutanaklara göre İsmet Paşa şöyle söylüyor:
“Başka milletleri memnun etmek için savunma araçlarından vazgeçen Türkiye’yi tarihin nasıl yargılayacağını bilmiyorum. Askerden tecrit adı altında kabul ettiğimiz fedakârlıkların, hakiki dokunulmazlığımızı ağır surette baltaladığını görüyorum. Ümit ederim ki bu beyanat, Türk heyetinin yeni bir fedakârlığı olarak kabul edilecektir. İtilaf devletleri ne istiyor? (…) İşte biz onları tamamen kabul ediyoruz.” (8 Aralık 1922)
Gördüğünüz gibi aynı konuşma içinde feragat, fedakârlık ve kabul kelimeleri bir araya gelmiştir ve Lozan’ın bizim için “ilkeleri” bunlardır. Feragat da, fedakârlık da, kabul de bizden gelmiştir. Okuyalım mı biraz daha Paşa’nın sözlerini:
“Eğer dünyada tek kimse çıkıp da bana ‘Daha yapılacak fedakârlıklar vardı, şu kararı almalıydınız’ diyebilirse onları yapmaya razı olurum. BEN FEDAKÂRLIĞI SON HADDİNE VARDIRDIM. Toprak meselelerinde kendi zararımıza ve müttefiklerin lehine kararlar aldık. Azınlıklar meselesini müttefiklerin dilediği gibi hallettik. Boğazların serbestliğini kabul ettik. Düyun-u Umumiye yönetiminin faaliyetinin devamına razı olduk. Bütün fedakârlıkları yaptım, her şeyi kabul ettim, fakat memleketin iktisadi esaretini reddettim.” (4 Şubat 1923) (Bu sözler, İnönü tarafından zamanın parasıyla tam 5 bin liraya yazdırılan Ali Naci Karacan’ın “Lozan Konferansı ve İsmet Paşa” (1943, s. 151-2, 211-2) adlı kitabından alındı.)
Demek ki, resmi metinleri de farklı bir gözle okumak mümkündür ve içlerinde sonraki müthiş propaganda rüzgârıyla gelen toz bulutunun üzerini örttüğü çok ilginç ayrıntılar gizlemektedir.
Bu açıklamaları doğrulayan ve Lozan’ın gerçek kahraman ve galibinin Lord Curzon olduğunu ortaya koyan yabancı çalışmaların neden dikkate alınmadığını merak etmişimdir. Mesela Harold Nicholson’un harikulade biyografisi “Curzon: The Last Phase”in Lozan’ı da ele alan 3. cildinin bugüne kadar neden Türkçeye tercüme edilmediğini merak ederim. Kitabın basım tarihi, 1934. Neredeyse 80 yıldır Türkiye’deki okurun aklı karışmasın diye kitap gözlerden saklanmış. Onu nadir olarak ele alan çalışmalardan biri, Prof. Ömer Kürkçüoğlu’nun “Türk-İngiliz İlişkileri”dir (Ank. 1978).
Nicholson Lozan’da olup bitenleri bize İngiltere Dışişleri Bakanı Curzon açısından göstermekte, böylece alternatif bir Lozan portresi de çizmektedir. Buna göre Curzon konferansı baştan sona bir orkestra şefi gibi yönetmiş, gerektiğinde masaları yumruklamış, gerektiğinde o soğuk İngiliz esprilerini patlatmış, zekâ dolu çıkışlarla İsmet Paşa’yı sersemletip bunaltmış, alacaklarını aldıktan sonra 4 Şubat günü 9.45′te bizi Fransızlarla baş başa bırakıp Orient Express treniyle Londra’ya dönmüş ve konferansın son bölümüne katılma gereğini dahi duymamıştır.
Curzon, Lozan’da Musul meselesini erteletmiş, azınlıklar, Boğazlar, silahsızlandırılmış bölgeler, Trakya sınırı, adalar, Yunan tazminatı gibi sorunları istediği tarzda halletmiş, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasına fit sokmayı başarmış, mali, adli ve iktisadi kapitülasyonlarla ilgili meseleler ise daha çok Fransızları ilgilendirdiği için onların hallini ertelemişti. Bu sonuç hem İngiltere kamuoyunu tatmin edecek hem de üzerinde anlaşılamayan meselelerin Fransızlar ve İtalyanları ilgilendirdiği söylenecekti. Halk bunların ayrıntısına vâkıf olmayacağı için çok da önemli değildi. Nicholson şöyle diyor:
Sonuçta İngiltere Lozan’da verdiği diplomatik savaşı kazanmıştı: Curzon, Doğu’da İngiliz prestijini ihya etmişti. Geriye, bu prestiji Batı’da ihya etmek kalmıştı. Müttefiklerinden kopmuş görünmemek için Fransa ve İtalya’yı, onların tatmin olmayacağı hiçbir antlaşmaya imza atmayacağı konusunda temin etti. Şimdi İsmet’ten de, Mustafa Kemal’den de daha zorlu bir rakip bekliyordu kendisini: Fransa Başbakanı Poincare. 1924 Ocağı itibariyle Poincare de teslim olacaktı Curzon’a.
Nicholson bir de sürpriz yaparak Curzon’un sekreterlerinden birinin özel günlüğünden geniş bir alıntı yapıyor. Alıntıda Curzon’un bir yandan müttefikleriyle, öbür yandan Venizelos ve İsmet Paşa’yla nasıl piyon gibi oynadığı bizzat içeriden bir tanığın dilinden aktarılıyor. Bu kısmı paylaşacağım sizinle ama daha önemlisi, o günlüğün nerede olduğunu tespit etmiş olmam. Bundan sonrası, bulup yayınlamak olacaktır.
Müjde! Veya Eyvah! Baktığınız yere göre değişir.
31 Temmuz 2011, Pazar

Osmanlı Tarihini Yeniden Yazmak

Halil İnalcık, Kemal Karpat, Cemal Kafadar, İlber Ortaylı, Mehmet Genç, Bernard Lewis, Donald Quataert, Linda Darling, Jane Hathaway, Douglas Howard, Rhoads Murphey, Uğur Tanyeli, Jonathan Grant’ın yazılarıyla yeni bir Osmanlı Tarihi yazılıyor…
“Osmanlı tarihi” denilince hafızamıza düşen tablo aşağı yukarı şudur: Söğüt’te başlayıp Bursa’da kıvam kazanan kuruluş döneminde Osmanlı, İstanbul’un fethiyle yükselişe geçmiş ve bu süreç, zirvesine ulaşığı Kanuni devrine kadar sürmüştür. Ancak bu ‘Altın Çağ’, Kanuni’nin 1566′daki ölümüyle sona ermiş ve duraklama dönemi başlamış, 2. Viyana yenilgisi ise gerilemeyi belirgin hale getirmiştir. Bunu 18. yüzyıldaki çöküş, 19. yüzyıldaki parçalanma ve nihayet 1922′deki yıkılış izlemiştir.
Bu aşinası olduğumuz tabloda dikkat çeken nokta, Kanuni’nin ölümüne kadar geçen yaklaşık 250 yılı olumlu, ondan sonraki 350 yılı ise olumsuz olarak resmetmesidir. Böylece aslında bizim “Osmanlı tarihi” dediğimiz ve öğretme hevesini duyduğumuz tarih, neredeyse asıl tarihinin yarısı bile değildir, zira duraklama, gerileme, çöküş denilince öğretenin de, öğrenenin de hevesi büyük ölçüde kaçmaktadır. Dolayısıyla böyle yarım yamalak bir tarih okuyarak yetişen insanlardan oluşan bir toplumun çağdaş bir tarih bilincine ulaşmaları elbette beklenemez.
Öte yandan Halil İnalcık’tan Linda Darling’e, İlber Ortaylı’dan Douglas Howard’a, Cemal Kafadar’dan Rhoads Murphey’ye, Mehmet Genç’ten Donald Quataert’e, Kemal Karpat’tan Jonathan Grant’e, Uğur Tanyeli’den Cornell Fleischer ve Jane Hathaway’e ve daha pek çok Osmanlı uzmanına göre kitaplarımızda okuttuğumuz “Osmanlı’nın gerilemesi”, apaçık bir olgu değil, çözülmesi gereken bir problemdir. Üstelik bir tarihçinin tarihte ilerleme veya gerileme olmasına ‘takması’ ne kadar bilimsel bir tutumdur? Bir bilim adamı olarak tarihçinin ‘ileri’ dönemleri kendisine yakın bulurken, ‘geri’ dönemleri ihmal etmesi ne kadar anlamlıdır?
Osmanlı tarihi araştırmalarından tanıdığınız Mustafa Armağan’ın yayına hazırladığı Osmanlı Tarihini Yeniden Yazmak adlı kitap, bu ve benzeri soruları çağımızın yetkin tarihçilerinin kalemlerinden sunuyor sizlere. Ve yaklaşmakta olan bir ‘tarih devrimi’nden söz ediyor: Öyle görünüyor ki, bu ‘yeni’ tarihte artık Osmanlı’yı, ömrünün büyük bir bölümünde gerileme belasıyla boğuşan aciz bir devlet olarak değil, tam tersine, bazı ciddi sorunları bulunsa bile, kendini yenileyen, dönüştüren ve çağa ayak uydurma yolunda ciddi adımlar atan dinamik bir devlet ve toplum olarak değerlendireceğiz.
Osmanlı Tarihini Yeniden Yazmak yeni Osmanlı tarihçiliğinin müjdelerini veren öncü çalışmalardan biri.

Timaş Yayınları

Adalet Mülkün Temelidir” Sözünün Esası

Soru
‎”Adalet Mülkün Temelidir” Hz.Ömer’e,
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” Hz.Ali’ye,
“Köylü Milletin Efendisidir” Kanuni Sultan Süleyman’a,
“Ya İstiklal ya ölüm” Şeyh Şamil’e aittir…
Acaba bunların doğruluğu var mıdır? Şmdiden teşekkürler
Cihad Öztürk

Cevap
Sonuncusundan pek emin değilim. Ama diğerleri doğrudur.
Onu da Kazım Karabekir Paşa ben söyledim diyor.
(Bkz. benim Kazım Karabekir’in Gözüyle Yakın Tarihimiz adlı kitabım.)
“Köylü Milletin Efendisidir” sözünün asıl anlamını “Osmanlının Mahrem Tarihi”
adlı kitabımda açıkladım. “Adalet Mülkün Temelidir” sözü de yanlış bir çeviri.
Arapçada mülk, devlet, düzen, sistem vs. anlamına da gelir. Burada kastedilen,
devletin veya düzenin esası adalettir fikridir. Temel de yanlış çeviri. Adalet
sadece devlet binasının temel kısmında bulunmaz, esasta, yani bir sistemin her alanında
bulunmalıdır. Arapça aslı sanıyorum “el-adl esasu’l-mülk” olmalıdır.
Başarılar…

Adalet Mülkün Temelidir” Sözünün Esası

Soru
‎”Adalet Mülkün Temelidir” Hz.Ömer’e,
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” Hz.Ali’ye,
“Köylü Milletin Efendisidir” Kanuni Sultan Süleyman’a,
“Ya İstiklal ya ölüm” Şeyh Şamil’e aittir…
Acaba bunların doğruluğu var mıdır? Şmdiden teşekkürler
Cihad Öztürk

Cevap
Sonuncusundan pek emin değilim. Ama diğerleri doğrudur.
Onu da Kazım Karabekir Paşa ben söyledim diyor.
(Bkz. benim Kazım Karabekir’in Gözüyle Yakın Tarihimiz adlı kitabım.)
“Köylü Milletin Efendisidir” sözünün asıl anlamını “Osmanlının Mahrem Tarihi”
adlı kitabımda açıkladım. “Adalet Mülkün Temelidir” sözü de yanlış bir çeviri.
Arapçada mülk, devlet, düzen, sistem vs. anlamına da gelir. Burada kastedilen,
devletin veya düzenin esası adalettir fikridir. Temel de yanlış çeviri. Adalet
sadece devlet binasının temel kısmında bulunmaz, esasta, yani bir sistemin her alanında
bulunmalıdır. Arapça aslı sanıyorum “el-adl esasu’l-mülk” olmalıdır.
Başarılar…

İstanbul’un kurtuluşunu babama inat 2 Ekim’den 6 Ekim’e aldılar’

İstanbul’un kurtuluşunun 88. yıldönümü ile ilgili ilginç bir bilgi ortaya çıktı. Şehrin İngiliz işgalinden kurtulduğu Ekim 1923′te Mustafa Kemal Atatürk tarafından ‘İstanbul komutanı’ olarak atanan Selahattin Adil Paşa’nın oğlu Semuh Adil, İstanbul’un işgalden kurtulduğu günün 6 Ekim değil, 2 Ekim olduğunu iddia etti.
Babasının hatıratında yer verilen bilgilere ve sözlü beyanlarına dayanarak, 2 Ekim’in tek parti döneminde 6 Ekim olarak değiştirildiğini ileri sürdü. İstanbul komutanı olarak atanan babasının İstanbul’u devraldığı günün 2 Ekim olduğunun altını çizen Semuh Adil, “Tek parti hükümeti, İstanbul’un kurtuluşunu babama inat 2 Ekim’den 6 Ekim’e aldı.” dedi.
Semuh Adil, babasının İstanbul’u işgalcilerden başarılı bir organizasyonla devralmasıyla şehirde bir kahraman haline geldiğini, bunu çekemeyenlerin onu terfi ettireceklerine, eski görevi olan Milli Savunma Bakanlığı Müsteşarlığı’na dahi atamayıp alt düzeyde bir göreve kaydırdıklarını söyledi. En önemlisi de tarihteki başarılarını hafızalardan silerek onu unutturduklarını ifade etti. Tek parti döneminde geri plana itilen paşa da kendisini sanayiciliğe vererek ülkesine üretim alanında hizmet etmeye devam etmiş. Babasının CHP’ye yakın olmaması nedeniyle Çanakkale Zaferi’ndeki başarılarının gölgelenmek istendiğini anlatan Semuh Adil, İstanbul’un kurtuluşunun 2 Ekim’de kutlanacağı günleri bekliyor sabırla. Bir de resmî bir Çanakkale programında babasının 18 Mart kahramanları arasında anılmasını.
Paşa, Çanakkale’nin de kahramanlarından
1882 Fatih doğumlu Selahattin Adil Paşa, 1961 yılında vefat ettiğinde ailesi dışında unutulmuş gibiydi. Oysa 18 Mart Çanakkale Zaferi’nin iki mimarından biriydi. Cevat Çobanlı Paşa ile birlikte İtilaf donanmasını karanlık sulara gömen Müstahkem Mevki’nin Kurmay Başkanı’ydı. Bugün Çanakkale kutlamalarında adı bile anılmıyor. Semuh Adil, babasının işgalcilerden İstanbul’u kurtaran ve şehri devralan komutan olmasına rağmen İstanbul’un kurtuluşu kutlamalarından adının silinerek haksızlığa uğratıldığına inanıyor. Hatta bu haksızlık o boyutlara ulaştırılmış ki İstanbul’dan son işgal kuvvetleri 2 Ekim 1923′te “Arabic” adlı gemiyle ayrıldıkları halde, kurtuluş tarihi 4 gün sonraya alınmış. Yani Şükrü Naili (Gökberk) Paşa’nın kolordusuyla İstanbul’a girmesi esas alınmıştı. Halbuki o tarihte İstanbul zaten kurtulmuş durumdaydı.
Bu durumu Selahattin Adil Paşa hatıralarında şöyle anlatıyor: “Türk, İngiliz, Fransız ve İtalyan birliklerinden ayrılan birer birlik belirli saatte Dolmabahçe meydanında yerleşmişti. Yapılan geçit merasiminden sonra İtilaf devletleri kumandanları tarafından büyük bir seyirci topluluğu önünde alkışlar arasında şanlı bayrağımız selamlandı. Yabancı kumandanlar, cami rıhtımına kadar uğurlanmış ve burada rıhtıma yanaşan bir motorla Fındıklı açıklarında beklemekte olan Arabic vapuruna gitmişlerdi. Bu suretle de İstanbul işgaline kesinlikle son verilmişti.”
Mustafa ARMAĞAN, İstanbul, 06 Ekim 2011

Mustafa ARMAĞAN İle Türkçe Ezan Üzerine…

Sayın Armağan, öncelikle şöyle bir soru ile başlamak yerinde olacaktır. Sizce Ezanın Türkçe okunması Osmanlı İmparatorluğunun Batılılaşma sürecinde aydınlar ya da devlet yönetimi tarafından tartışılan konulardan biri olmuş mudur?
Özellikle 1910’lu yıllarda bazı reformist Türkçü yazarlar tarafından tek tük çıkışlar görülmekle birlikte Türkçe ezan isteğini en net bir şekilde ifade eden kişi, Ziya Gökalp olmuştur. Ziya Gökalp’in bu talebi ekseriyetle 1918 yılında yayınlanan Yeni Hayat isimli kitabında dillendirdiği bilinir ama son kitabımızda biz bu tarihi 1915’e kadar çektik. Bu kitabında yer alan ve
Bir ülke ki camisinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duanın
mısralarıyla başlayan “Vatan” başlıklı manzumesiyle birlikte bu konuda bir düşünce tohumu ekilmiş olduğunu görüyoruz. Biliyoruz ki, Mustafa Kemal Paşa her ne kadar bütün düşüncelerine katılmasa da, Ziya Gökalp’i dikkatle ve takdir ederek okuyan biriydi. Nitekim Ziya Gökalp’ın Türkçe Ezan, Türkçe İbadet, Türkçe Kur’an gibi o zamana göre aşırı sayılabilecek fikirlerinin sonraki nesilleri ciddi manada etkilediğini biliyoruz.
Aynı Ziya Gökalp’ın o yıllardan biraz önce “Ezan” isimli bir şiiri de var ama…
Tabii ki… Ama dikkat edin, Sultan II. Abdülhamid döneminde yazılmıştır o şiir. Şimdi Abdülhamid dönemi çok ilginçtir. Sonraki dönemlerde ona karşı olduklarını söyleyen aydınlar Abdülhamid zamanında müthiş Osmanlıcıdır, çok muhafazakârdır, hatta Abdülhamidcidir. Ziya Gökalp de bu insanlardan birisidir. Nitekim 1908’de Abdülhamid’in cülus yıldönümlerinden birinde Abdülhamid’i öven bir şiir kaleme almıştır. Ve söylediğiniz gibi Arapça ezanın güzelliklerini anlattığı “Ezan” adlı şiiri de vardır. Yahya Kemal de öyledir. O zamanki İrtikâ dergisinde Abdülhamid’i öven şiiri de vardır Yahya Kemal’in. Daha sonraları o da Abdülhamid’den kaçıp Paris’te Jöntürklere katılmıştır. Dolayısıyla o dönemde yazılan şiirler unutturulmaya çalışılmış, hatta yokmuş gibi davranılmıştır. Bu şiirler birileri tarafından kamuoyuna sızdırılacak olsa “irticacı”, “saltanatçı”, “eski rejim taraftarı” olarak yaftalanacakları bilindiğinden o dönemde yazılanların gizli kalması ihtiyacı hissedilmiştir.
Peki, Türkiye’yi yasağa götüren süreç nasıl başladı ve gelişti? Ayrıca bu süreci nasıl değerlendirmeliyiz?
Olayı inkılâplar bağlamında değerlendirmek gerekir. Tarihî süreci şöyle resmedebiliriz:
  • 1924 Hilafetin kaldırılması ve tevhid-i tedrisatın kabul edilmesi.
  • 1925 Şapka inkılâbı.
  • 1926 Medeni Kanunun kabulü.
  • 1928 harf inkılâbı.
  • 1929’dan itibaren dilin özleştirilmesi (Öz Türkçeciliğin başlatılması) ve 1932’de Türk Dil Kurumu’nun kurulması. Aynı yıl Türk Tarih Kurumun kurulması ile tarih görüşünde değişiklik yapılıyor ve böylece kültür devrimleri safhasına geçilmiş oluyor. Nihayet ‘Son inkılâp’ olarak sıra dinde reforma geliyor. Bu süreci böyle okumak lazım.
Dinde reformun amacı şudur:
Türkiye de harf değişikliğine, medeni kanun getirilmesine, şer’i devletten laikliğe geçilmesine, dilin ve tarihin değiştirilmesine rağmen hala soğumayan, direnen dinî bir hararet mevcut. İnsanlar hala mevlitlerde, Kur’an okunurken ağlıyor, yaşıyor o duyguları. Ama laik yıldönümleri insanları aynı şekilde etkilemiyor. Belki bir bando yerleri zangırdatarak geçiyor ama o sivil din dediğimiz insanların kendi aralarında samimi bir şekilde yaşadıkları ortamda dinin oluşturduğu ambiyans, ya da Şerif Mardin’in deyişiyle ‘efsun’ diyelim, bir türlü yakalanamıyor. Duadan, ilahiden, Kur’an’dan zevk alma olgusu yeni rejim tarafından laikleştirilemediği gibi, onun alternatifi de aynı şekilde insanların gönüllerine tesir edemiyor.
Edemeyince ikili bir ambiyans doğuyor:
Biri dinî, öbürdü laik. Halbuki onlar ikincisini birincisinin yerine ikame etmek istiyorlardı. İşte halkın kalbine inmek, günlük hayatında onun duygusal dünyasının fethi bir türlü başarılamıyordu. Bu yüzden din alanının soğutulması gündeme geldi. Yerini alamıyorsa, yerine geçirilmeliydi.
Ne yapılıyor bunun için? Kur’an tercüme ettiriliyor ve camilerde Türkçe Kur’an okutulmaya başlanıyor. Türkçe ibadet gündeme geliyor. Sonra da namazlarda dua ve surelerin Türkçe okutulması konusu arkasından…
Hatta “iftitah tekbiri” denilen “Allahu ekber” değil, “Tanrı uludur” diyerek namaza başlanması, arkasından tekbirlerin, salaların, salavatların Türkçe getirilmesi ve en son 1932 başında Fatih Camii’inde ilk Türkçe ezanın okutulma girişimi. Tekil bir olay gibi görünüyor ama arkası gelecektir.
Özetlersek, 1932 yılına kadar diğer inkılâplar, reformlar tamamlanıyor, laikliğe geçiliyor ve bir adım daha atılarak 1932’de artık din alanının devlet tarafından tanzim edilmesi noktasına geliniyor. Sadece idari şekline değil, içeriğine de bir müdahale başlıyor.
Burası artık laikliğin kırılma noktasıdır bence. Laiklik belki buraya kadar esneyebilir. Yani Diyanet’in kurulması, din adamlarının devlete bağlı hale getirilmesi… Ama artık devletin sınırı aşarak, “İbadeti şöyle yapacaksın, duanı böyle edeceksin, namazı böyle kılacaksın” demeye başlaması ve bunu kanuni ya da idari bir takım yaptırımlarla düzenlemeye kalkması laiklik sınırının aşıldığı anlamına geliyor ki, bu hem halk için sıkıntılı bir süreç, hem de laiklik adına sıkıntılı bir yorum oluşturmuştur.
Halk tarafından, daha doğrusu dilden dile dolaşan bir söylem olarak Ezanın Arapça okunması yasağı Mustafa Kemal Atatürk tarafından konulmuştur. Bu söylemi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdi ezan yasağının iki aşaması var. İlki, Atatürk tarafından 1932’de başlatılan aşama. Türkçe ezanı bizzat Atatürk istiyor. Fakat bir kanun çıkartmıyor, sadece Diyanet kanalıyla bir idari düzenleme olarak müezzin ve imamlara yönelik bir genelge yayınlatıyor ve ‘Bundan sonra ezan Türkçe okunacaktır’ deniliyor. İkinci aşama olarak 1941’den 1950’ye kadar devam eden yasal süreç geçerli, yani kanunla Arapça ezanın yasaklanması devresi. Sene 1941, artık Atatürk ölmüş, İnönü Cumhurbaşkanı ve Refik Saydam Başbakan.
Peki ezan yasağını Atatürk kanunla düzenleyemez miydi?
Bence Atatürk bu konuda çok kurnaz davrandı. Çünkü devlet ve din işlerinin ayrılması anlamındaki laiklik, eğer devlet bir kanun ile ibadetin nasıl yapılacağını düzenlemeye kalkarsa çiğnenecekti. Laikliği ben koydum, ben çiğnedim, gibi abes bir durum ortaya çıkacaktı. Çünkü sonuçta bir insanın camide nasıl ibadet edeceğini devlet düzenliyorsa, o bir din devleti demektir ve laik değildir. Bir dini, o dinin kendi kuralları düzenler. Yani hangi dua okunacak, hangi şekilde namaz kılınacak? Laik devlet bunlara karışamaz.
Şöyle düşünün: Devlet insanların alnı secdeye gitmeyecek diye bir kanun çıkarabilir mi? O zaman bu nasıl bir laiklik olacak? Din işlerine o dinin otoriteleri karar verir. Nasıl din adamlarının devlet işlerine karışması yanlışsa, devletin de ibadetlere müdahalesi aynı şekilde yanlıştı. Dolayısıyla Atatürk daha ‘denemeci’ bir yaklaşım seçti. Acaba Türkçe ezanı topluma bu şekilde tutturabilir miyim? diye düşündü. Yoksa Celal Bayar’ın dediği gibi eğer Harf devriminde olduğu gibi hakikaten kafasına koymuş olsaydı bunu ne yapar eder çıkartırdı.
Dolayısıyla Atatürk bu konuda ısrarcı değildi ve bu uygulamanın zaman içinde oturacağını düşünüyordu. Bu açıdan ezan yasağını bir kanunla düzenleme yoluna gitmedi. Konuyu idari düzenleme aşamasında bıraktı.
1941 yılında ise yasak kanunla düzenlendi, üstelik hem para cezası, hem de hapis cezası getirildi. Böylece laiklik çok ağır bir yara almış oldu. İnsanlar mağdur oldu; dayak yiyenler, işini kaybedenler, hüküm giyenler, mahkemelerde sürünenler vs. Devlet büyük bir itibar kaybına uğradı. Toplum devletinden uzaklaşmaya başladı. Halk namazını kılacak ama etrafa gözeticiler koyuyor, jandarma geliyor mu, müfettiş, öğretmen birileri var mı diye; ancak emin olduktan sonra ezanını okuyabiliyordu. Aynı şekilde Kur’an öğretmek de yasaktı.
İşte böyle bir ortamda, 1950’de Rahmetli Adnan Menderes’in yaptığı şey “Arapça ezanı okuyanlar 300 liraya kadar para cezası ve 3 aya kadar hapis cezası ile cezalandırılır” fıkrasını kanundan, 526. maddeden kaldırmaktır. Bu değişiklik ile bence laikliğin ruhuna çok uygun bir harekette bulunuldu. Bilindiğinin aksine Menderes Arapça ezan okuma mecburiyeti getirilmedi, Türkçe okumak da yasaklanmadı. Kanun laikleştirildi, tarafsızlaştırıldı. Sonrasına ise cemaat karar verdi. Hangi şekilde ibadet etmekten zevk duyuyorsa onu yaptı. 60 senedir bir tek vakitte, bir tek camide Türkçe ezan okunmadıysa halk tercihi belli. Dolayısıyla Adnan Menderes ve Celal Bayar’ın tavırları laikliğin ruhuna uygundu.
Bütün bu yapılanların sebebi, halkı daha da dindarlaştırmak olarak açıklanıyor. Bunun doğruluğunu ya da yanlışlığını nasıl değerlendirebiliriz?
Türkçe ezanla amaçlanan şey, halktaki dinî hararetin soğutulmasıdır. Bu hararet nasıl soğutulabilir? Cumhuriyetin kurmak istediği kurumların karşısındaki alternatif tek halk kurumu olan camiler nasıl cemaat açısından karizmasını kaybedebilir? Dava buydu. Dikkat ederseniz aynı tarihlerde Halkevleri açıldı ve ilçelere kadar ısrarla yaygınlaştırıldı. Halkevleri ne demek? Cami Allah’ın evi, onun karşısına, bazen kapatılan caminin içine Halkevi açılıyor. Maksat, buradan da belli değil mi?
Peki, bu sürecin sonunda ne oldu? Bugünlerde de okuyoruz, siz de okumuşsunuzdur. ‘Efendim Ezan Türkçe okunursa insanlar anlar, Allah’ı daha çok severler, camiler dolar, taşar’ deniliyor. Peki, öyle mi olmuş? Hayır. Uygulama tam tersini gösteriyor. Camiler neredeyse tamamen boşalmış, insanlar evlerinde ibadete başlamışlar. Çünkü sünnet değiştirilmiş. Peygamber Efendimiz’in (SAV) sünneti değiştirilmiş. Dolayısıyla insanlar ezan Türkçe okununca o namazın kabul olmayacağını düşünmüşler. O yüzden namazlını evlerinde kılmayı tercih etmişler. Yani baştaki iddianın tam tersi gerçekleşmiş oluyor.
İkinci olarak camiler boşalınca ne oluyor? Denildi ki, o kadar para veriyoruz imama, müezzine ama bunların cemaati yok. Ne yapalım? Bir semtte 3 cami varsa 2’sini kapatalım ve herkes o tek camiye gitsin. Mesela Çorum’un Alaca ilçesinde tek bir tane cami bırakılıyor.
Üçüncü ve son olarak, bunlar yapılınca, ‘Camiler neden boş duruyor?’ deniliyor. Milli servet olması açısından bakılıyor olaya. Bu sefer de cami binalarını başka amaçlarla kullanalım deniliyor. Ne yapılıyor? Buğday depoları yetmiyor, depo olarak kullanılıyor. Ahıra Askeri birliğin ahır ihtiyacı var, onun için kullanılıyor. Mesela Bursa’da Molla Arap Camii bu amaçla kullanılıyor ve daha çok örnekleri var bunun. Yetmedi, kiralayalım deniliyor. Minaresi yıkılarak kullanılan böyle pek çok cami var. Dükkân olarak kullanılmışlar. CHP ilçe ve bucak teşkilatları ve Halkevlerinin minaresi yıkılmış camileri büro olarak kullandıklarını biliyoruz.
Sonuçta şöyle bir durum ortaya çıkıyor: İnsanlar ezanın ne dediğini anlarsa daha çok dindarlaşacak, camilere dolacak diye bir gerekçeyle başlayan süreç insanların kutsala olan saygısını da ortadan kaldırıyor. Camileri ahır olduğunda artık camiye saygısı kalır mı insanların? Orada bir çöp bile bulsanız kaldırmak isterken ahır olduğunu görünce o alanın dokunulmazlık, kutsallık değeri da yıkılıyor gözünüzde. Ondan sonra bakın sırasıyla neler geliyor: Birçok caminin yıkılması, zarar görmesi, çürümeye terk edilmesi, vs.
İşte bunu yapınca toplumu bir arada tutan en önemli faktörlerden bir tanesini, kutsallık bağını ortadan kaldırmış oluyorsunuz.
Bir örnek verebilir misiniz söylediklerinize?
Mesela 27 Mayıs İhtilalinden sonra darbeciler ile CHP gençlik örgütleri 18 Martta bir Çanakkale gezisi düzenliyorlar. Çanakkale’ye, yani bu ülkenin kuruluşundaki en önemli mekâna, şehitlerin mezarlarına. Bir gemi tutuluyor ve üniversitede okuyan kız ve erkekler gemiye bindiriliyor, aynı zamanda kasa kasa içki de konuluyor. Yolda içki, dans, türlü rezaletler… Çanakkale’ye çıkıldığında ise sadece bir avuç insan kendinde. Geri kalanlar sarhoş ve rezillik çıkartıyorlar. Maalesef aynı durum dönüşte de yaşanıyor. Bazı genç kızlar bekâretlerini yitiriyor. Bu geziye basın mensupları da katılmış. Duyulmasını istemiyorlar rezaletlerin, inerken basına paralar veriliyor, lütfen bunları yazmayın diyorlar. Fakat birkaç gün sonra kızı felakete uğrayan bir anne emniyete şikâyette bulunuyor. Tabii emniyet muhabirleri eliyle olay basına yansıyor ve tarihe KADEŞ REZALETİ adıyla geçiyor.
İşte Cumhuriyet gençliğini getirmek istedikleri nokta burası. Çanakkale gibi tüylerimizin ürpermesi gereken bir kutsal mekâna insanları sarhoş ederek götürmek ve onların gözünde bütün kutsalları yıkmak.
İşte tam da bu noktada 1950’de ezanın Arapça okunması aslında bir dönüm noktasıdır. Bir simgedir. Kritik bir virajdır. Eğer o viraj alınamasaydı Türkiye çok daha maneviyat yoksulu bir ülke olacaktı. Maneviyatın yeniden dirilmesi 1950’de başlıyor. İmam-Hatiplerin açılması, Kur’an öğretiminin serbest bırakılması, hafızlık öğretiminin başlaması vs… Bu sebepten ezan ın aslında olduğu gibi Arapça okunması çok önemli bir dönüm noktası olmuştur. Eğer o viraj alınmamış olsaydı Türkiye’nin hali bugünkü Kıbrıs’tan farklı olmazdı. İşte Kıbrıs’ın hali ortada. Kur’an öğretimi yasaklanıyor ve bunu yapanlar da öğretmenler sendikası. Aynı öğretmenler sendikası ÖSYM sonuçlarında en başarısız yer olarak Kıbrıs’ın çıkması konusunda nedense seslerini çıkarmıyorlar.
Kıbrıs’ta bir konferans vermiştim geçen yıl. Orada dedim ki: ‘Kıbrıs’a bakın ve Türkiye’nin ne hale getirilmeye çalışıldığını anlayın.’

Bu açıdan 1950 çok önemli bir viraj oldu.
1950’de öyle bir patlama yaptı ki halkın talebi, Meclis’te yapılan ezan oylamasında CHP’nin de olumlu oy vermek zorunda kaldığını görüyoruz. Bana göre Menderes bu adımı iktidara gelir gelmez atmasaydı, Arapça ezanın okunmasının önündeki engeli kaldırmış olmasaydı, sanıyorum ileride hiç atamazdı. Çünkü 1950’de perişan olmuş bir CHP varken karşılarında, ileriki yıllarda tekrar toparlandılar ve güçlendiler, hatta Demokrat Parti’ye göz açtırmadılar muhalefetten.
“Felah” kelimesi var bir de. Sizce her şey Türkçeleşirken neden sadece ona dokunulmuyor?
Şimdi içerik konusuna girersek ezanda toplam (tekrarlar ve edatlar hariç) 10 kelime var. Bu 10 kelimenin 4 tanesini (Allah, İlah, Muhammed, Resulullah) zaten günlük dilde kullanıyoruz. Eğer Müslüman olmak için söylenmesi gereken Kelime-i Şehadet’in kelimeleri olan Eşhedü, İlah ve İllallah’tan ikisini de çıkarırsak bu rakam 6 kelimeye çıkar. Bilinmeyen 4 kelime kalır ve bunlardan biri de felah’tır. Mana olarak ‘kurtuluş’ demek. Namazın manevi olarak kurtuluş olduğunu simgeliyor. Ezanı Türkçeleştirenler o kelimeye gelince duruyorlar. Ya millet bunu suiistimal ederse, haydin kurutuluşa diyerek; ya bunu Cumhuriyetten kurtuluş olarak algılarlarsa, ya bunu dine dönüş olarak yorumlarlarsa; ya laiklikten kurtulmak gibi bir dua olarak okurlarsa gibi bir sürü soru. İşte o zaman deniliyor ki, felah aynen kalsın, Türkçe olmasın. Onu da katarsak geriye 3 kelime kalıyor. Bunlar hayya haydi demek, salah namaz demek, ekber de en büyük demek. Dolayısıyla birisine en fazla 3 dakika içinde öğretilebilecek bu 3 kelime için 1400 yıllık bir sünneti değiştirmek nasıl izah edildi, nasıl makul gösterildi? Ben hala anlayabilmiş değilim.
Peki, Rahmetli Adnan Menderes’in bu süreçte istifa ettiği bilgisi ne kadar gerçekçi?
Rahmetli Menderes ilk icraat olarak ezanın gündeme gelmesini istiyordu. Celal Bayar ise biraz zaman lazım diye düşünüyordu. Zira CHP’nin yeni iktidarı irtica ile suçlayabilme ihtimali söz konusuydu. Fakat Menderes ‘Bundan sonra bir daha böyle bir fırsat bulamayız, şimdi yaptık yaptık, yoksa bir daha yapamayız’ fikrindeydi. Celal Bayar kabul etmiyor önce bu fikri. Bunun üzerine Menderes’in istifa etmese bile geri çekildiğini, gücendiğini biliyoruz. Galiba 1-2 günlüğüne başkentten ayrılıyor. Başkentten kaybolan Menderes’in Mersin’de bulunduğunu öğrenen Bayar onu çağırıyor ve düzenlemeyi beraberce yapıyorlar.
Malum yasak sürerken ülkenin dört bir yanında traji-komik ve dramatik bir çok enstantane yaşanıyor. Hepsinin yanında bir de HATAY konusu var ki bu başlı başına bir trajedi…
Hatay’a geçmeden önce şunu anlatayım: Diyelim 1932’de Mardin’desiniz. Tek kelime Türkçe bilmiyorsunuz. İmam da bilmiyor, müezzin de. Arapça biliyorsunuz sadece. Sonra bir gün devletten bir emir geliyor: Ezan Türkçe okunacak. Bugün bile böyle köyler mevcuttur. Peki bu bölgelerde bu kararın uygulanmasının kime ne faydası vardır? Türkçe bilmeyen insanların ezanı Türkçe okumalarının devlete ne faydası olacaktır? Anlamak hakikaten zor.
İkincisi, o insanlar Arap oldukları için ezanı zaten anlıyorlardı. Eğer amaç ibadetlerini ve ezanı anlamaları ise o insanlar zat anlıyorlardı. Dilini anladıkları bir din onlar için anlaşılmaz olmuyor mu?
Bir de şuna bakalım: O bölgelere devlet ne götürmüş hizmet olarak? Elektrik yok, su yok, yol yok, hemşire yok, doktor yok, hizmet olarak sadece Türkçe ezan götürmüşsün. Bilmedikleri bir dilde ezan okumaya mecbur etmişsin. Devlet oraya bir jandarma ve vergi tahsildarıyla gitmiş, bir de Türkçe ezan ile. Bunlar bugünkü Kürt meselesinin temelinde yatan şeyler. Hepsi değil tabii ama bu da sebeplerden biri.
Bu çalışmaya başlamadan önce meselenin o bölgedeki vatandaşlarımız tarafından bu derece farklı algılandığını bilmiyordum. Onların olayı din açısı yanında birlikte bir de dil açısından algıladıklarını bilmiyordum. Amerika Türkiye’yi işgal etse ve ezanların İngilizce God is greatest’ diye okunmasını emretse ne düşünürseniz onlar da böyle hissetmişler. Kürtler Türkçeden sırf bu sebeple nefret etmişler. Çoğu köyde bildikleri tek Türkçe ibare ‘tanri ulidir.Bu bir zulüm değil mi?
Hatay’da ise gerçekten traji-komik bir durum yaşanıyor. 1938’de Suriye mi Türkiye mi? diye bir halk oylaması yapılıyor. Gariptir, bu süreçte Türkiye büyük bir propaganda faaliyetleri yürütüyor. Türkiye’den Şeyhler, Hocalar, Din adamları gönderiliyor bölgeye. Türkiye’de tekkeler kapatılmış ama orada Müslüman Türkiye propagandası yapılıyor. Türkiye’nin ne kadar dindar bir ülke olduğu vurgulanıyor Hataylıların gözünde.
Sonuç olarak halk Türkiye’yi seçiyor ve Türk askeri Hatay’a giriyor. Askerimizin ilk yaptığı iş ezanı susturmak oluyor. Halk şaşırıyor. ‘Yahu burada Fransızlar varken ezan Arapça okunuyordu Türkler gelince neden sustu ezanlar? Hani biz işgalden kurtulmuştuk?’ Biliyorsunuz Hatay’da önemli miktarda bir Arap nüfusu var. Dolayısıyla işgalci Fransa’nın karışmadığı ezana Türkiye devleti karışıyor. Sadece ezana karışmakla kalmıyor Türkiye. Kur’an öğretiminde de benzer sıkıntılar yaşanıyor.
Neden “Türkçe Ezan ve Menderes”?
Çocukluğumdan beri babam anlatırdı, etrafımdaki yaşlı insanlar anlatırdı ama ben bu konunun çok fazla üzerinde durmadım. Geçen yıl konuyu biraz inceleyince olayın ne denli önemli olduğunu gördüm, tanıkların yavaş yavaş azaldığını da. 18 yıllık sürede yaşanan sıkıntılar, çekilen acılar, kararan hayatlar beni çok ama çok etkiledi.
Ayrıca kitabın çıkışının Arapça okunmasının serbest bırakılışının 60. yıldönümüne denk gelmesi de ayrı bir etken oldu. Bu konunun kulaktan dolma bilgilerle değil de, bir araştırma mahsulü eserle ele alınması için, sadece araştırma değil, olayı yaşayanları da işin içine katarak çok daha etkili ve kalıcı bir çalışma yapılabileceğini düşündüm. Çalışmamızda kırk kadar gönüllü görev aldı. Hepsine teşekkür ediyorum. Ben de gençlerle beraber çalışmanın keyfini yaşadım. Takıldığım yerlerde onlar bana, onların takıldığı yerlerde ben onlara yardımcı oldum ve sonuçta bu eser ortaya çıktı.
Umarım yararlı olmuştur ve bu acılı devrede akıtılan gözyaşlarının tuzu gelecek nesillerin dillerine ve gönüllerine değmiştir.

Diyarbakır’daki Ayetelkürsi’yi ayaklar altından kaldıracak kimse yok mu?

Diyarbakır’daki Ayetelkürsi’yi ayaklar altından kaldıracak kimse yok mu?

Mevlana Moğol casusu muydu?

Soru
Mevlana’nın Moğol ajanı olduğu iddia ediliyor. Doğru mudur?
Oktay Duran

Cevap
Eğer bu iddia gerçekse Mevlana nasıl Moğol ajanı olacak? Hiç düşündünüz mü?
Gidecek, Moğollar lehine ama Selçuklular aleyhine çalışacak,
onlar adına saraydan bilgi toplayacak ve Moğollara aktaracak. Müritlerini
de bu iş için yıllarca kullanacak. Bunun karşılığında da para veya ihsan alacak.
Ve bu işi, herkese “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” diyen birisi yapacak.
Ne diyeyim: Size olacak şey gibi geliyorsa kabul ediverin gitsin bu iddiayı.

İşte İnönü’nün Atatürk’ü çarpıttığının belgesi

Eski gazeteleri gözden geçirmek kadar zevkli ve aynı oranda şaşırtıcı pek az şey vardır bu dünyada. Tabii bana göre. Geçenlerde sahaflardan yine bir tomar eski gazete satın aldım ve günlerce sararmış sayfaların arasında dolaştım durdum. Her zaman olduğu gibi şaşırdığım ve üzerinde düşündüğüm nice haberle karşılaştım. İşte onlardan birisi:
Atatürk’ün 22 yıl muhafızlığını yapmış olan 85 yaşındaki Başçavuş Tahsin Cinoğlu, Milli Savunma Bakanlığı’ndan kendisine tahsis edilecek maaşı ve İstiklal Madalyası’nı beklemektedir.
Günaydın gazetesinin 10 Kasım 1969 tarihli nüshasında yer alan haberde Atatürk’ün korumasının Bektaşi dedeleri gibi upuzun sakalıyla çekilmiş hiç de iç açıcı olmayan bir fotoğrafına da yer verilmiş. Düşünün, Cumhuriyet kurulalı 46 yıl, Atatürk öleli 31 yıl olmuş ama Atatürk’ün tam 22 yıl boyunca korumalığını yapmış olan bir emekli askere henüz maaş bağlanmamış, onu bırakın, İstiklal Madalyası dahi verilmemiş. Görüldüğü gibi İstiklal Madalyası’nı alanların hepsi onu hak etmedikleri gibi, Tahsin Cinoğlu gibi alamayan binlerce hak sahibi de beklemedeydi.
Verilmeyenlerin mutlaka CHP ile veya yeni rejimle bir sorunları olduğunu düşünüyorum. Vaktiyle öğrenciyken evinde kaldığım bir Hafız Amca vardı, İstiklal Savaşı’na katılmıştı ama İstiklal Madalyası almak ne kelime, karakolda başına sopayla vurulmak suretiyle gözleri kör edilmiş, böyle ödüllendirilmişti. Madalyayı Tek Parti döneminde istediklerine vermişler, istemediklerine vermemişler, bu açık. Bunu sonuna kadar tartışmaya varım. Ancak CHP ve İnönü’nün, devirler değiştikçe nasıl çark ettiklerine ve ellerine imkân geçtiğinde tarihi nasıl çarpıttıklarına dair bazı örnekler vermek burada daha önemli görünüyor bana.
Malum, Atatürk’ün cenaze namazı Dolmabahçe Saray’nda gizli saklı kılınmıştır. Niyet “Allah için namaza, meyyit için duaya…” şeklinde Hafız Yaşar Okur tarafından getirilmiş (nedense niyet metninde yer alan “Resulullah için salavata” kısmını atlamıştır, hatıralarında kendisi söylüyor), iftitah tekbirini ise Şerefeddin Yaltkaya “Allahu Ekber” yerine “Tanrı Uludur” diye almıştır. Küçük bir grup kılmıştır cenaze namazını ve bir tek kare dahi fotoğrafının çekilmesine izin verilmemiştir.[1]
Nedendir bu gizlilik peki? Ve nedendir her Müslüman gibi Atatürk’ün de cenazesinin camiden kaldırılmasına karşı çıkma, törende hiçbir dinî sembole yer vermeme tavrı. Nihayet 1953’de Anıtkabir’de toprağa verilirken kardeşi Makbule Atadan’ın tabuta Arapça bir dua koymak istemesi karşısında “O bunu istemezdi, Atatürk bize darılır” diye geri çevrilmesinin anlamı nedir?
Atatürk’ün cenaze törenini ‘din-siz’, yani dinî unsurlara yer vermeden icra ettirenler, acaba kendi cenazelerinde nasıl davrandılar? diye insan merak ediyor değil mi? Dönemin Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak Eyüpsultan’daki son yolculuğuna tekbirlerle ve tarikatdaşlarının zikirleriyle uğurlanmıştı (Nisan 1950). Zamanın Başbakanı Celal Bayar Müslümana yakışır bir törenle doğduğu köy olan Umurbey’de toprağa verilmişti (1986). Keza zamanın Cumhurbaşkanı İnönü’nün cenazesi de tam bir Müslüman cenazesi gibi kaldırılmıştı (1973). Hem de çok ilginç ayrıntılarla bezeli bir cenazedir onunkisi. Anlatmam lazım mutlaka.
CHP’liler kadar olmayanların da bilmesi gereken bu derin ayrıntıları 29 Aralık 1973 tarihli Hürriyet gazetesinden beraberce okuyalım:
Kurtuluş Savaşı Kahramanı İsmet İnönü’nün ruhunu taziz için Kurban Bayramı’ndan bir gün önce (3 Ocak Perşembe günü) mevlit okutturulacağı, aile yakınlarından biri tarafından ifade edilmiştir. İnönü’nün [cenazesinin] yıkanması işlemi, Pembe Köşk’teki banyoda ve Ankara Müftüsü’nün nezaretinde yapılmıştır. Yıkama işlemini tamamlayan iki imama aile yakınlarından biri yardım etmiş, bu sırada iki oğlu (Ömer ile Erdal) babalarının vücuduna birer tas su dökmüşlerdir. Yıkama işlemi bittikten sonra, vefatından sonra alınmış bir kefene sarılmak istenince, eşi Mevhibe İnönü müdahale etmiş ve kendi sandığından çıkardığı “Hasa”[2] denilen bir kumaştan yapılmış kefenin kullanılmasını istemiştir.
Haber şöyle devam ediyor:
Bayan İnönü ayrıca, yine sandıktan çıkardığı, üzeri sim ile “Lâ ilâhe illallah Muhammeden Resulullah” yazılı 1,5 karış eninde yeşil satenin, İnönü’nün göğsü üstüne konulmasını istemiştir.
Burada dikkat çekmek istediğim husus, Cumhuriyet’in ikinci kurucusu (“İkinci Adam”) İsmet İnönü normal bir Müslüman gibi gömüldüğü halde, ilk kurucusu (“Tek Adam”) Atatürk neden bundan mahrum edilmiştir? sorusudur. Arkadaşları dinî vecibelerine uygun bir şekilde defnedildiği halde Atatürk’ün suçu günahı neydi? ‘Beni ‘Müslüman gibi gömmeyin’ diye bir vasiyeti mi vardı yoksa bilmediğimiz? Varsa açıklasınlar da bilelim. Yoksa bu şekilde gömülmesinin bir açıklaması olmalı değil midir?
Hem sonra Makbule Hanım’ın tabuta dua koyma isteği reddedilirken Mevhibe Hanım’ınki neden normal karşılanmıştır? Aradan 35 yıl mı geçti? Yani zamanla işler değişti diyorsanız, o zaman Atatürk 1938’de değil de, 1958’de ölse farklı şekilde gömülecekti mi demek istiyorsunuz? (Bu arada 10 Kasım 1953’deki törende de, aynı tarihte açılan Anıtkabir’de de herhangi bir dinî sembole yer verilmeyişi, Demokrat Partililerin de bu konuda CHP’lilerden pek de farklı düşünmediklerini veya düşünemediklerini akla getiriyor.)
Dahası, İnönü uzun siyasî hayatında din konusunda çok zigzaklı bir yol izlemişti.
Mesela türbeleri kapatan kanunu Başbakanlığı döneminde çıkarmış ama Cumhurbaşkanlığı döneminde yasağı kaldıran imzayı da kendisi atmıştı. 1950 seçimlerinden önce apar topar açılan türbeler sayesinde Demokratlara gidecek “Müslüman” oylarını avlama hesapları yapmıştı besbelli ama tutmadı.
Arapça ezanın yasaklanışı Başbakanlığına, kanunla yasaklanışı ise Cumhurbaşkanlığına rastlar. 1950’de Arapça ezan yasağının kaldırılmasına karşı çıkmayan da, 1965 yılında bir meydan konuşmasında ezan okununca susup huşu içinde(!) dinleyen de, bir zamanlar kapatmış olduğu Mevlana’nın türbesine gidip yaptığı konuşmada neredeyse ‘Biz Cumhuriyet fikrini Mevlana’dan ilham aldık’ demeye getiren de İnönü’dür.[3] Oysa yıllar önce ezan okunurken susan ve iki elini kavuşturarak sonuna kadar dinleyen Adnan Menderes’i, dini siyasete alet etmekle suçlayan da Paşamızın kendisiydi.
Atatürk’ü istediği kılığa büründüren ve ne yalan söylemeli, kendisini öne çıkarttırmak için çarpıtan İnönü’nün böyle bir kurnazlığı daha hayattayken yüzüne vurulmuşsa da, cevap verememişti. Kendi anlatımına göre İsmet Paşa, Mustafa Kemal’le 1916’da Kafkas cephesinde tanışmıştır. Kendisi 2. Ordu’nun Kurmay Başkanıyken başlarına Mustafa Kemal atanır. Ordunun durumunu sorar. O da 2 saat boyunca anlatır ve bir taarruz teklifinde bulunur. Mustafa Kemal de bayılır buna. İnönü’ye göre Atatürk’ün kendisine duyduğu güven ta oradan gelirmiş vs.
10 Kasım 1965 tarihinde Cumhuriyet gazetesinden Sait Terzioğlu’na verdiği mülakatta şöyle demiştir:
Yeni kumandanımız Mustafa Kemal Paşa’yı bir akşam karargâhta karşıladık. Kısa bir tanışmadan sonra hemen çalışmağa başladık. Ben Erkânı Harp Reisi [kurmay başkanı] olarak ordunun umumi durumunu anlattım. O hiç nefes almadan Erk^nı Harp Reisinin [anlayın canım, İnönü’nün] genel durumunu inceliyordu. (…) Görüşlerim, orduya verilmesi gereken yeni genel durumun teklifi ile bitiyordu. (…) Bu konuşmamız iki saat kadar sürdü. Mustafa Kemal Paşa kısa bir konuşmadan sonra vaziyeti tamamiyle kavramış olduğunu söyleyerek ordu hakkındaki tekliflerimi ayniyle kabul ettiğini bildirdi. Ve hemen tatbike geçilmek lâzım olduğunu ilâve etti. O zamana kadar ordu içinde ve İstanbul’la olan görüş farklarımızın birden ortadan kalkması ve hemen tatbika geçilmesinde yeni kumandana mübalağalı bir tesir yaptığım endişesi bende uyandı. Ve kendisine kesin kararını derhal vermemesini, ertesi gününü beklememizi rica ettim. (…) Bundan sonra vazife münasebetlerimiz her gün aramızda daha güvenilir, daha samimi karakterini arttırarak devam etmiştir.[5]
Bu satırlardan Atatürk’ü kendisinin yönlendirdiğini, hatta o kadar ki, onu aşırı yönlendirdiği için endişeye kapıldığını öğreniyoruz İnönü’nün. Bu ‘korumacı’ tavrı, bütün hatıralarında görmek mümkün.
Gazeteci Sabiha Deren, Meydan dergisinde sağ olan İnönü’ye, keza sağ olan eski Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın ağzından cevap verir. Aras, bir gün Atatürk’ün kendisine İnönü’yle tanıştıkları anı şöyle anlattığını aktarır (özetliyorum):
Tevfik Rüştü, diye başlıyor; ben İsmet’i ilkin Kafkas cephesinde tanıdım. İzzet Paşa’nın yerine tayin edildiğim kumandanlığın Erkânı Harp Reisi idi. İşe başlar başlamaz onu karşıma aldım ve birliklerin kış için yerleşme planlarının ne olduğunu sordum. Planı İzzet Paşa ile birlikte hazırlamış olduklarını ilave ederek anlattı. ‘Ben bu fikirde değilim’ dedim. Hayret etmiş göründü. Anlattım fikrimi. Daha geri hatlara çekilmek lâzımdı. Düşmanın burnu dibinde mevzilenmenin büyük tehlikeleri olabilirdi. İsmet ısrar diyordu. Belli ki plan İzzet Paşa’dan çok onun düşüncelerine tercümandı. Kararımım kat’i olarak tekrarladım. ‘Öyleyse yapacağımız bu değişikliği İstanbul’a bildirmek lazım’ dedi. ‘Neden? [diye sordum] ‘Sonra mesul olursunuz’ diye de ikaz etti. ‘İsmet Bey’ dedim, ‘ben bu ordunun kumandanıyım, kararımı alır, tatbik ederim. Beğenmezse İstanbul bana sorar. Ama şimdi benim onlara soracak bir şeyim yok.’ Anladı, selam verdi, çekildi.
Yalnız kalınca ordunun yeni mevzilenme planı üzerinde çalışmaya koyuldu. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Kapı vuruldu. Baktım İsmet! ‘Hayrola’ dedim. Geldi, selam verdi ve:
-          Paşam, dedi; müsaade ederseniz yeni mevzilenme vaziyetimizi sizin fikrinize göre ben planlayayım.
Güzel bir hareketti bu. Benim fikrimde değildi. Çok farklı düşünüyor, hatta benim dediğim yapılırsa felaket olabilir ve mesuliyet gelebilir diye endişe besliyordu. Ve bunlara rağmen kumandan emrini yerine getirmeye hazır olduğunu bildiriyordu. Bir askerden de bu beklenirdi. Biraz isteksiz, ama çaresiz ‘hay hay’ dedim.
Gitti, o gece sabaha kadar çalıştığını gördüm. Yeni mevzilenme planı ertesi sabah masamın üzerindeydi, tetkik ettim Tevfik Rüştü, ve mükemmel olduğunu gördüm. Doğrusu kendi fikrimi ben bile bu derece mükemmel planlayamazdım.
Atatürk bir an durmuş ve ilave etmiştir:
‘İsmet’e dikkat etmek lazım Tevfik Rüştü, zira o inanmadığını bile mükemmel surette planlar ve tatbik de eder.’[5]
Bu alıntıdan iki gerçek göz kırpıyor yakın tarihimize:
1) “İnönü tarihi” diye bir tarih vardır ve İnönü uzun iktidarı süresince Atatürk’ü de kendisine uydurmuştur.
2) ‘İnanmadığını bile mükemmelen yapabilir oluşu’, tam bir tiyatrocu ustalığını gerektirir ve Harf devriminde olduğu gibi inanmadığı halde katılmış ve o günden Arap harflerini kullanmamıştır. Hatta bir seferinde Osmanlıca not aldığını gördüğü Atatürk’e bile çıkıştığını anlatırlar.
Üçüncü şıkkı hemen ilave edeyim: ‘Neden İnönü üzerinde bu kadar ısrarla duruyorsunuz?’ sorusunun sahiplerine gülümseyerek mukabele ediyorum.

[1] Atatürk’ün cenaze töreni ve cenaze namazıyla ilgili ayrıntılar için benim Korku Duvarını Yıkmak adlı kitabımda bulunabilir (İstanbul 2009, Timaş Yayınları, s. 93-106). Keza Fevzi Çakmak’ın cenaze töreniyle ilgili ayrıntılar da aynı kitapta yer almaktadır (s. 139-146).
[2] “Hasa, Irak’ta bir livanın adıdır. Galat olarak “Lehsa” suretinde de kullanılırdı.” Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, cilt I, İstanbul 1946, Milli Eğitim Basımevi, s. 751. Muhtemelen burada dokunan bir kumaştan yapılmıştı kefen.
[3] Sabiha Deren, “İnönü imana geldi”, Meydan, 13 Temmuz 1965.
[4] Aktaran: Sabiha Deren, “Daha önce anlatan oldu Paşam”, Meydan, 16 Kasım 1965, s. 14. İsmet İnönü, Abdi İpekçi’ye verdiği mülakatta ise o tarihte Mustafa Kemal’in henüz general olmadığını söylemiştir ki, doğrusu da budur. Bkz. Abdi İpekçi, İnönü Atatürk’ü Anlatıyor, İstanbul 1981, Cem Yayınevi, s. 11.
[5] Sabiha Deren, “Daha önce anlatan oldu Paşam”, Meydan, 16 Kasım 1965, s. 14.
14 Ağustos 2011, Pazar

Ecevit, CHP’nin Atatürkçülüğünü nasıl eleştirmişti?

19 Mayıs 1944 günü sabahın alacakaranlığında Süleymaniye Camii’nin avlusunda iki karaltı minarelere doğru ilerlemektedir.
 Ellerinde 32 metrekarelik bir Amerikan bezi vardır. Birinci adam minarenin ilk şerefesine sessizce çıkarak bezi iple sıkıca bağlamış, arkadaşının da karşı minarede aynı şeyi yapmasını beklemeye başlamıştır. Tam bu sırada caminin bekçisi onları fark ederek düdüğünü çalar, alarm verilir. Kaçmaktan başka çare yoktur. Nitekim biraz sonra iki adam karanlıktan istifade ederek -şimdilik- kayıplara karışırlar.
Eylemcilerden birisi geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden Mihri Belli’dir. Peki suçları? Bezin üzerine 2 metre boyundaki harflerle “Saraçoğlu Faşisttir” yazmışlardır! Bundan büyük suç olur mu Tek Parti devrinde?
Şimdilerin tatlısu solcularının toz kondurmadıkları Tek Parti dönemi, aslında bir zamanlar solun da faşistlikle suçladığı bir zulüm dönemine tekabül etmekteydi. Kendi geçmişlerini bilmemek sadece sağa mahsus bir olay değil demek ki.
Savaş Açıkkaya’nın “Solun Türk Devrimiyle İmtihanı” (Paraf: 2011) adlı kitabı hem titiz basın taramalarıyla, hem de 2007 yılında Mihri Belli’yle gerçekleştirdiği üç söyleşiyle solun Atatürk ve CHP ile sorunlu ve zorunlu, hatta kerhen kurduğu ilişkiyi irdeleyen değerli bir çalışma.
CHP’nin özellikle 1965′ten sonra içine girdiği ideolojik bunalım -ki hâlâ sürüyor bence- Atatürk’le kurdukları bu sallantılı bağlantıdan çıkıyor. Hem ülkenin sahibiyim, hatta gerçek sahibiyim iddiasında, hem de Ecevit’i istisna edersek hiçbir serbest seçimde iktidara gelemiyor. Adı Halk Partisi olduğu halde gücünü halktan değil, asker-sivil bürokrasiden alıyor.
Bu çelişkiyi çözmeyi deneyen tek CHP lideri Bülent Ecevit olmuştu. Ancak onun da karşısında, sallansa da, hâlâ yıkılmamakta direnen İsmet İnönü heykeli vardı. Tek kişilik bir parti gibiydi. Üstelik 27 Mayıs darbesinden sonra silah zoruyla kendisine verilen Başbakanlık koltuğundan Demirel’in de oyunlarıyla düşürüldükten sonra bunalıma giren partisini tekrar toparlaması mümkün olmayacaktı.
İşte tam bu sırada CHP binasında ilk defa Atatürkçülük dışında bir ideolojinin hayaleti gezinmeye başlar: Ortanın Solu. İnönü Milliyet’e verdiği bir beyanatta “CHP devletçi bir partidir ve bu sıfatla elbette ortanın solundadır” der demez partide kazan kaldırmalar başlar. Ağır toplardan Tahsin Banguoğlu ve Kasım Gülek İnönü’yü eleştirirler. Herkesin kafası karışıkken 1965 seçimlerine girilir ve CHP halktan bir kere daha tokat yer. Partinin sol kanadına mensup Bülent Ecevit’in önünün açılması bundan sonradır. Ecevit, Orta’nın Solu ideolojisinin CHP’nin gerçek ideolojisi olduğunu savunarak yükselmiş ve 1969 seçim yenilgisinden sonra tahtı iyice sarsılan ve yaşlanan İnönü’nün halefi olmuş ve sonunda kendi partisinde yenerek sağlığındayken koltuğuna oturmayı başarmıştır.
Atatürk’ü gerçek devrimci olmamakla eleştiren Bülent Ecevit, 1974′te The Middle East dergisi tarafından “Yeni Atatürk mü? diye tanıtılmıştı.
Ancak Ecevit’in bu yükseliş sürecinde Atatürk hakkında yaptığı değerlendirmeler, 2005 yılında Zaman gazetesine verdiği “Vahdettin hain değildi” demecinin tesadüf eseri söylenmediğini doğrular niteliktedir. Ve sol açısından yeni bir söylemdir. Şimdi Ecevit’in o görüşlerinden birkaçını görelim:
Türkiye’de solun Atatürk’ü araçsallaştırması, yani reddetmeden kendi devrimlerine giden yolda aşılacak bir adım sayması alışkanlığına Ecevit’in de sahip çıktığını görüyoruz. Ancak o biraz daha cesur çıkmış ve solda bir Atatürk eleştirisi çığırını açmıştır. Mesela Atatürk’ü tabulaştırmamak gerektiğini şöyle savunmuştur: “Atatürk’ü tabulaştırmak, Atatürkçülüğe en aykırı bir eğilimdir.”
Atatürk’ü özleyenlere de söyleyecekleri vardır Ecevit’in: “Bazı kötümser kişiler, Atatürk’ün ölümünden otuzu aşkın yıl sonra, hâlâ bir Atatürk özlemi içendedirler. (Bunlar) kendi toplumlarına o kadar güvensizdirler ki, illa Atatürk dirilsin de veya bir başka Atatürk çıksın da, kendilerini kurtarsın isterler. Ölümünden otuzu aşkın yıl sonra Atatürk, kendini Türk toplumuna, bu kötümser kişilerin aradığı kadar aratıyor olsa idi, Atatürk’ün başarılı olmadığına hükmetmek gerekirdi. Oysa Atatürk’ün başarısı, Türk toplumunun Atatürksüz yürüyebilmesidir.”
Sanki bugünkü CHP’liler için söylenmiş gibi değil mi? Ama daha söyleyecekleri var Ecevit’in. Darbeciliğe ve askerden medet ummaya yönelik çabalarına Atatürk’ü kalkan yapanlara ise Atatürk devrimciliğinin bir yaptığı devrimler şeklinde somut, bir de sürekli devrimcilik şeklinde soyut yönü vardır şeklinde tepki gösterir. Ancak bu ikisi birlikte olursa gerçek Atatürk devrimcisi olunabilir. 1920′ler ve 1930′lardaki devrimlere saplanıp kalanlar gerçekte devrimci değil, tutucudurlar, çünkü geçmişe saplanıp kalmışlardır. Ecevit’e göre Atatürk her türlü tutuculuğa karşıdır, “Atatürk tutuculuğu” da buna dahildir.
Doğan Avcıoğlu’nun başını çektiği Yön hareketinin Atatürkçülüğünü de sorgulayan Ecevit, bunların aslında Atatürkçü de, solcu da olamayacaklarını söyler. Bunlar “Atatürkçü geçinen sözde devrimciler”dir. Onlar süngülerin arkasından devrim yapmayı amaçlıyor, halktan değil, üniformalılardan medet umuyorlardır. Oysa Atatürk savaştan sonra üniformasını çıkarmış, sivil siyasete yönelmiştir, Yöncüler ise kendileri sivilken askerliğe yönelmekteydiler. Velhasıl ‘Halka rağmen halk için’ anlayışı Ecevit’e göre değildi.
Savaş Açıkkaya’nın deyişiyle, Atatürk dönemini bir “devr-i saadet” olarak gören ve özlem duyan anlayışa karşı bayrak açan Ecevit, Cumhuriyet devrimlerinin daha çok üstyapıyla ilgili biçimsel ve yüzeysel devrimler olduğunu söyleme cesareti gösterebilmiş, oysa demiştir, asıl ihtiyaç duyduğumuz devrimler altyapı devrimleridir. Bunu Atatürk yapamamış ama ona giden yolu hazırlamıştır. Dolayısıyla yapılacak “gerçek devrim”, Atatürk’ü de aşacaktır. (Bunları 12 Kasım 1969′da Ulus gazetesine açıklarken, İnönü hâlâ CHP genel başkanıdır ve kendisi de genel sekreterdir. CHP ne genel sekreterler görmüş?)
Partisi içinden kendisini “Geçmişi inkâr edemezsin” diye eleştirenlere Ecevit’in cevabı gayet sert olmuştu: “Atatürk’ü bir tanrı olarak ele almamak gerekir.”
Sonrası biliyorsunuz. 12 Mart muhtırası ve arkasından kurulan Erim hükümeti İnönü tarafından desteklenecek, Ecevit de tepki olarak genel sekreterlikten istifa edecektir. Bir yıl sonra yapılan kurultayda bu defa Ecevit’in İnönü’ye devirerek genel başkan seçilmesi üzerine istifa eden vekiller artık CHP, Atatürk’ün partisi olmaktan çıktı diyorlardı. 1972′de böyle deniliyorsa, bugün neden aynı şey denilemesin?
21 Ağustos 2011, Pazar