1 Mart 2014 Cumartesi

İskilipli Atıf Hoca’yı asanlardan biri de Andımız’ın mucidiydi?

Tarih, nicedir uyuşturulmuş olan dimağlarımızı kamaştırmaya devam ediyor ve öyle görünüyor ki, bir süre daha edecek de. Geçen haftaki “Andımız” tartışmasının bir faydası da, bizi Cumhuriyet’in kuruluş yıllarının acar şahsiyetlerinden biriyle, Dr. Reşit Galip’le yüzleştirmesi oldu.
                                        Doktor Reşit galip
                                                                          iskilipli idam sehpasında
Böylece Andımız’ın mucidi olan bu tıp doktorunun Darülfünun hocalarının sokağa atılmalarından Zeki Velidi Togan’ın üniversiteden kovulmasına, Atatürk’ün kafa ölçüsünün alınmasından ezanın Türkçeleştirilmesine kadar akla hayale gelmedik çeşitlilikte işlere memur edildiğini öğrenmiş olduk.
Lakin geçen haftaki yazımda bir cümleyle değindiğim İstiklal Mahkemesi üyeliği de en az diğer ‘görevleri’ kadar önemliydi. 7 Mart 1925’ten itibaren bir yıl görev yapan bu mahkemenin iş yoğunluğunu konunun uzmanı Ergün Aybars’ın verdiği rakamlar yeterince göstermektedir:
Bakılan dava sayısı: 256.
Yargılanan sanık sayısı: 1.669.
Mahkûm edilenlerin sayısı: 669.
Verilen toplam hapis cezası: 3.000 küsur yıl.
İdam cezası: 128.
Sürgün cezası: 50.
Müebbet kürek ve sürgün cezası: 7. (İstiklal Mahkemeleri, Milliyet: 1997, s. 419.)
Eşkıyalık gibi başka davalara da bakıyordu gerçi ama Reşit Galip’in de üyesi bulunduğu Ankara İstiklal Mahkemesi’nin mesaisinin ana meşgalesini irtica ve şapkaya muhalefet oluşturmuştu. Nitekim İskilipli Atıf Hoca’yı idam eden mahkeme de ondan başkası değildi.
armagan
İşin garibi, bugün asker ve polisler dışında sivil olarak hemen hiç kimsenin giymediği ülkemizde 25 Kasım 1925 tarihinde çıkarılan “Şapka İktisası Hakkında Kanun” hâlâ yürürlüktedir ve Anayasa’mızın güvencesi altındadır.
Birkaç yıl önce Avrupa Birliği müzakereleri için ülkemize gelen yetkililer bu kanunu görünce, hele de Anayasa’nın güvencesi altına alındığı söylenince hayretler içerisinde ‘Şapka kanununa neden ihtiyaç duydunuz ki?’ diye safça sormuşlardı. Bizimkilerin ne cevap verdiklerini bilmiyorum; verdilerse şapka uğruna bu milletin binlerce yıl hapis yattığını, yüzlerce vatandaşın kellesini kaybettiğini eminim söylemek akıllarına gelmemiştir.
Bunlar yaşandı bu ülkede. Hem de öyle böyle değil, altı üstü bir şapka için idam sehpalarında nice alimler sallandırıldı (bu arada belirtelim ki, ‘sallandırma’ tabiri halkın etrafında çokça gördüğü darağaçlarını salıncağa benzetmesinden doğmuştur).
İşte şapkanın ana vatanı olan Avrupa medeniyetinden delegeleri bile hayrete düşüren kanunumuzun nasıl uygulandığına dair bazı misaller:
SUS! BİZİ ÇİLEDEN ÇIKARMA!
Yer: Ankara İstiklal Mahkemesi. Tarih: 26 Ocak 1926. Başkan: Kel Ali (Çetinkaya), Üyeler: Kılıç Ali ve Reşit Galip. Yargılanan: İskilipli Atıf Hoca.
Arada “Kılıç Ali Bey” ve “Ali Bey” de lafa girip sanığı suçlayıp payladıkları için S rumuzuyla soruları soran kişinin Aydın mebusu Reşit Galip olduğu anlaşılmaktadır.
İskilipli Atıf Hoca, bundan önce Giresun’da yargılanıp beraat etmiştir ama mahkeme yakasını bırakmamıştır. Yine de gayet emin bir şekilde cevaplandırır soruları. Araya Kel ve Kılıç Ali’ler de girer. Mesele, Şapka Kanunu’ndan 1,5 yıl önce bastırmış olduğu kitabın nerelere gönderildiğidir. Hepsini teker teker açıklar. Şahitleri getirin der Atıf Hoca, gerekirse getiririz cevabını alır. Getirin, söylesin, cezama razıyım, der. Oralı olmazlar. Hatta beraat ettiği Giresun davasında sanki hüküm giymiş gibi davranırlar. Gizli bir gayesi olduğunu iddia ederler. Her şeyim ortada, der, hesap veremeyeceği hiçbir şeyi olmadığını söyler gayet emin bir şekilde.
iskilipli.atif.hoca
Bir şeyler çıkarmaya azimlidir mahkeme heyeti. Nitekim Reşit Galip şöyle çıkışır Atıf Hoca’ya:
“Sen en karanlık günlerde Teali-i İslamcılık yap, Mustafa Sabri’nin yanında yer al da, sonra karşımızda şöyle böyle söyle. Sözleriniz hiçbir gerçeğe uygun değildir.”
Bunun üzerine Atıf Hoca öldürücü darbesini indirir: “Bunun belgesini size gösterdim.” der. Reşit Galip kızar: “Ne belgesi?” Atıf Hoca gayet sakin “Mustafa Sabri ile bu beyanname meselesini görüşseydim tekzip etmezdim.” der. Suçlandığı beyannameyi imzalamadığı gibi Mustafa Sabri’ye açıkça muhalefet ettiğine dair resmî bir tekzip belgesi de sunmuştur mahkemeye. Onu hatırlatır. Mahkeme, belgeyi dikkate almak istememiştir besbelli.
Reşit Galip köşeye sıkışmıştır. Kızgın bir tonda “Belgeyi göster.” diye hırçınlaşır.
Merhum Atıf Hoca o vakur tavrını hiç bozmadan sözlerine devam eder:
“Belgeyi arz ediyorum. ‘Vakit’ gazetesinin 1034. nüshasında tekzipnamem duruyor. Şimdi bu durup dururken bendenize belge sormak bilmem nasıl olur?”
Bu darbeyi hazmedemeyen Andımız’ın mucidi, Atıf Hoca’nın tekzip metnini kendisini kurtarmak için yayımladığını söylemek zorunda kalır. Hoca, “Öyle olsaydı onlarla beraber olurdum.” der, yollarının ayrıldığından bahseder. Demek ki, tekzip metni kuvvetli belgedir.
İşte Reşit Galip’in evlere şenlik cevabı:
“Sus! Bizi çileden çıkarma! Biz budala olmalıyız ki, bu sözlere inanalım. Bol bol atıyorsun. Çıkarın!” (Ankara İstiklal Mahkemesi Zabıtları 1926, İşaret: 1993, s. 109-115.)
İşte İstiklal Mahkemeleri’nin adalet anlayışının Yassıada’dakinden hiçbir farkı olmadığını gösteren çarpıcı bir örnek. Hatta Yassıada’daki adalet anlayışının kaynağının İstiklal Mahkemeleri’nden miras kaldığını bile söyleyebiliriz.
BİZ TÜRK MİLLETİNİ BÖYLE GÖRMEK İSTİYORUZ!
Bugünden bakınca o zaman millet koyunmuş da, kimse sesini çıkarmamış zannediyoruz ya, bu dahi büyük bir yanılgı. Daha şapka inkılabı yapılmadan önce yazdığı kitaptan yargılanan İskilipli’nin hangi muamelelere maruz kaldığını gördük. İsterseniz bazı Anadolu şehirlerindeki itirazları ve uğradıkları akıbeti de görmeye çalışalım:
26 Kasım 1925: Erzurum’da halk çarşıyı kapatıp Vali’nin evinin önünde “Biz gâvur memur istemiyoruz” diye protesto etmişlerdi şapkayı. Derhal sıkıyönetim ilan edildi. 80 kişi tutuklu.
30 Kasım: Maraş’ta hükümet binası önünde toplanan halk “Şapka istemeyiz” diye bağırdı. Erzurum’daki şapka protestocularından 6’sı idam edildi. (Hapis cezalarını zikretmiyoruz.) Sivas’ta 1 idam var.
7 Aralık: Erzurum’da 4 idam daha.
15 Aralık: Rize’de 8 idam ve ağır hapis cezaları.
18 Ocak 1926: Maraş’ta 5 idam ve hapisler.
4 Şubat: İskilipli Atıf ve Ali Rıza Hoca idam edildiler.
Suçları görünüşte şapkaya itiraz etmekti ve altı üstü bir başlığa itiraz etmenin en büyük suç sayıldığı dönemlerdi. Mason üstadı olup uzun süre içişleri bakanlığı da yapmış olan Şükrü Kaya bunu Şapka Kanunu çıkarken Meclis’teki bir konuşmasında ayan beyan belirtmiş zaten:
“Millet, bağımsızlığını 6.-7. yüzyılların (Asr-ı Saadet’i kastediyor) köhne fikirlerine bağlayamaz. Biz vicdanlarda milliyet aşkını uyandırmak istiyoruz. Milli kıyafet ancak müzelerde bulunur. (…) Biz Türk milletini böyle görmek istiyoruz.”
13 Ekim 2013, Pazar

17 Şubat 2014 Pazartesi

Osmanlı Devleti'nde kardeş katli

Osmanlı döneminde devlet başkanı seçimindeki kaosu ortadan kaldırmak için kardeş katli kanunlaştırılmıştı.
İbrahim isimli iki kardeşi vardı. I. Murad, Eskişehir bölgesinde yöneticilik yapan kardeşlerini ortadan kaldırdı. Şehzâdelerin isyan ettiklerine dair rivayetler vardır. İki şehzâdenin öldürülmesi ile birlikte hanedanda ilk kardeş kanı akmıştı.

I. Murad’dan sonra 1389’da tahta çıkan Yıldırım Bâyezid savaş sahrasında kardeşi Yakup Çelebi’yi öldürttü. Kardeşinin isyan etme gibi bir durumu olmamıştı. Yıldırım’ın ölümünden sonra Fetret Devri Osmanlılar için çok acı tecrübelerle dolu geçti. Yıldırım’ın dört oğlu 11 yıl birbirleriyle mücadele ettiler. Osmanlı ülkesi parçalandı. Bu dönem Osmanlılar’da kardeş katlinin meşrulaşmasının zeminini hazırladı.

Fatih Kanunnamesi

II. Mehmed tahta çıktığında Osmanlı İmparatorluğu, Fetret Devri’nin sarsıntısını daha atlatamamıştı. Fatih, İstanbul’un fethiyle Osmanlı İmparatorluğu’nu toparladı. Devlet teşkilatının kanunnamesini yazdıran Fatih, kanunnamenin içerisine saltanat verasetiyle ilgili bir madde de koydurttu:

“Ve her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı alem içün katl etmek münasibdir. Ekser ulema dahi tecviz etmiştir. (Onaylamıştır.) Anınla âmil olalar. (Amel edeler.)” Fatih Sultan Mehmed, kardeş katlini ilk uygulayan padişah değildi. Fatih, sadece mevcut durumu meşrulaştırmıştı. Bunu yaparken de özellikle Fetret Devri’nde (1402-1413) oluşan Osmanlı devlet tecrübesine dayanmıştı.

Kardeş katli

Kardeş katlini döneminin şartları içerisinde değerlendirmek gerekir. Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşanan kardeş katli bütün Türk tarihinin meselesidir. Bunun temelinde de devlet başkanının seçiminde bir sistemin olmayışı, veliahtlık kurumunun oluşturulmayışı yatar.

Kardeş katlini ortadan kaldırmak için veraset sisteminin oluşturulması gerekliydi. Veraset sistemi, uzun süre oluşturulamadı ancak 17. yüzyılın başlarından itibaren ekberiyyet, yani hanedan mensuplarının en büyüğünün tahta geçmesi sağlanabildi. Ancak şehzâdelerin sarayda “şimşirlik” adı verilen dairede hapis tutulması olumsuz sonuçları da beraberinde getirdi. Hayatı ve devlet idaresini tanımadan sarayda hapis hayatı yaşayarak yetişen padişahların önemli bir kısmı silik şahsiyetler olmuşlardır.

Kardeş katlinin meşrulaştırılıp, şehzâdelerin isyan etmeden öldürülmeleri, Osmanlılar’ı bütün Türk tarihi içerisinde farklı bir konuma taşımıştır. Bu sayede önceki Türk devletlerinde olduğu gibi Osmanlılar’da bölünme yaşanmamıştır. Türk tarihi incelendiğinde devletlerin taht kavgaları sonucunda birçok parçaya ayrıldığı görülür. Birliğini sağlayıp, tek hükümdar otoritesini sağlayan Osmanlılar, bu sayede de Avrupa’ya karşı üstünlük kurmuşlardır.

Fatih Kanunnamesi sahte mi?

Kardeş katli meselesini Fatih’e yakıştıramayanlar da, sultanın adını lekelememek için, bu kanunnamenin Batılılar tarafından yazıldığını ileri sürerler. Kanunnamenin tek nüsha alinde ve Viyana’da bulunmasını da iddialarına delil olarak gösterirler. Ancak yapılan araştırmalar sonucunda kanunnamenin yeni nüshaları bulunmuştur.

Fatih’ten sonra

Fa­ti­h’­in ka­nun­na­me­ye koy­dur­du­ğu mad­de­nin öne­mi sul­ta­nın ölü­mün­den he­men son­ra an­la­şıl­dı. II. Meh­me­d’­in ölü­mün­den son­ra iki oğ­lu II. Bâ­ye­zid ile Cem Sul­tan ara­sın­da yıl­lar­ca sü­re­cek bir mü­ca­de­le mey­da­na gel­di. Ya­vuz Sul­tan Se­li­m’­in sal­ta­na­tı­nın ilk yıl­la­rı taht için kar­deş kav­ga­sı­nın zir­ve­ye çık­tı­ğı bir dö­nem ol­du.

Mihmandar

Yazdığı romanlarla Yunus Emre’den Şah İsmail’e, Yavuz Sultan Selim ve Barbaros Hayreddin Paşa’ya tarihimizin farklı sahifelerini günümüze taşıyan İskender Pala üstadımız “Mihmandar” isimli romanında Eyüp Sultan’ı anlatıyor. Senelerden beri hep, muhteşem bir tarihimiz var ama romanı az yazılıyor, filmi yapılmıyor denilip dururdu. Tarihimizdeki önemli şahsiyetlerin ve hadiselerin İskender Pala üstadımız gibi önemli bir edebiyatçımızın elinden hayat bulmasını bu yüzden çok önemli buluyorum. Edebiyatımızın üvey evladı tarihi roman denirdi. İskender Pala’yla uzun araştırmalardan sonra edebî bir lezzet haline dönüşen romanlarla tarihi roman artık üvey evlat değil.

İstanbul’da şehit olan sahabelerin en meşhuru Eyüp Sultan olarak bildiğimiz Hz. Halid bin Zeyd Ebu Eyyub el-Ensari’dir. Hz. Peygamber, Medine’ye hicret ettiğinde misafir olduğu yer Eyüp Sultan’ın evi olmuştu. Eyüp Sultan, Peygamber Efendimiz ile birlikte bütün harplere katıldı. Eyüp Sultan’ın son seferi İslam ordusunun ilk İstanbul kuşatmasıydı. 80 yaşlarında iken, İstanbul kuşatmasına katılmak için orduda yerini aldı. Kuşatma devam ederken hastalandı. Ölüm döşeğinde yatarken arzusu sorulduğunda şöyle demişti:

“Dünyanızdan hiçbir şey istemiyo-rum. Fakat beni düşman diyarı içinde elinizden geldiği kadar ileriye doğru götürüp defnedin. Çünkü Resulullah’tan işittim ki, Konstantiniyye Suru’nun dibine salih bir kimse defnolunacaktır, umarım o kişi ben olurum.”

Mezarı tahriple tehdit ettiler

Eyüp Sultan’ın, vasiyeti üzerine İstanbul surlarına yakın bir yere götürülerek bugünkü türbesinin bulunduğu yere defnedildi. Bizanslılar, surların gerisinden bu manzarayı hayretle seyrettiler. Müslümanlar’ı, onlar çekilip gittikten sonra mezarı tahriple tehdit ettiler. Müslümanlar ise böyle yapıldığı takdirde kontrolleri altında bulunan yerlerde hiçbir kilisenin ve Hıristiyan azizinin mezarının kalamayacağı cevabını verdiler. Eyüp Sultan Türbesi içinde bulunduğu semte öyle bir hava vermiştir ki, Eyüp semti Mekke, Medine ve Kudüs’ten sonra İslam dünyasının en önemli yeri olmuştur. Sıkıntıları olan insanların giderek ruhlarını teskin ettikleri bu türbenin sahibi, İskender Pala’nın satırlarıyla “Çölde gönüllere düşen ateşin hem mihmandarı hem de kahramanıydı.” O kahraman Mekke, Medine ve Şam’dan geçip, İstanbul’un önlerinde durmuştu.

Peygamberimiz, “Konstantiniyye elbet feth olunacaktır; onu fetheden emir ne güzel emir, onun ordusu ne güzel ordudur” diyerek, bize İstanbul’un fethini müjdelemişti. Eyüp Sultan fetih müjdesini nesillerin ve zamanın ruhuna işledi. “Mihmandar”da ise bu gönül kuşatması dile döküldü. Konstantiniyye’yi İstanbul’a dönüştüren müjdenin haritalarını çizen bu romanı tarih şuuru kazanmak isteyen ve edebi keyif almak isteyen herkese tavsiye ediyoruz.

Avrupa sahnelerinde Şehzade Mustafa

Şehzade Mustafa’nın öldürülmesi, Avrupa kamuoyunda büyük ilgi uyandırdı ve tiyatro, opera eserlerine konu oldu.
Mustafa, Kanunî ve Hürrem Sultan, Kanuni vePargalı İbrahim Paşa ile Şehzade Bayezid ve Şehzade Selim mücadelesi tiyatro eserlerine konu olmuştur.

Şehzade Mustafa’nın öldürülmesi Türk kamuoyunda büyük acılara sebep olurken Avrupa kamuoyunda ise asırlarca sürecek büyük bir merak uyandırmıştı. Rahmetli Metin And’ın “Türkiye’de İtalyan Sahnesi, İtalyan Sahnesi’nde Türkiye” ve “Tiyatro, Bale ve Opera Sahnelerinde Kanuni Süleyman İmgesi” isimli eserlerinde bu konuyla ilgili teferruatlı bilgilere rastlıyoruz.

Şehzade Mustafa Avrupa sahnelerinde

16. yüzyılın önemli oyun yazarlarından İtalyan Torquato Tasso, Kanuni üzerine “II Solimano” adında bir trajikomedya yazmıştır. Oyunda Kanuni’nin oğlu Mustafa ile İran Şahı’nın kızının aşkı konu alınır. Bu aşk yüzünden Veziriazam Rüstem Paşa’nın entrikaları sonucu, aşıklar suçlanır. Aşıklar suçsuzluklarını ispat etmelerine rağmen veziriazamın kötülüklerinin kurbanı olurlar. Yeniçeriler ise Rüstem’den aşıkların intikamını alırlar.

İtalyan Prospero Bonarelli’nin “II Solimano” adlı tragedyasını 1618’de ilk sahnelendiğinde 4 bin kişi seyretmiştir. 17. yüzyılda en çok seyredilen oyunlardan biridir. Oyunun konusu şöyleydi: İran Şahı’nın kızı Despina, Kanuni’nin oğlu Şehzade Mustafa’ya aşıktır. Rüstem Paşa ve Hürrem Sultan’ın entrikaları sonucu, Kanuni oğlu Mustafa’yı öldürtür.

Fransa’da da gündeme geldi

Belin’in “Mustapha et Zeangir” isimli 1705’te sahnelenen Alman trajedisinde de Şehzade Mustafa hadisesi ve Cihangir’in ölümü anlatılır. İngiliz yazar Roger Boyle’nın 1665’te oynanan “Mustapha, Son of Soliman The Magnificient” isimli oyunu ile yine İngiliz yazar David Mallet’in 1738’de Londra’da sahnelenen “Mustapha” isimli trajedisinde de konu Şehzâde Mustafa’dır.

Şehzade Mustafa meselesi Fransa’da da gündeme gelir. Champfort’un “Mustapha et Zeangir” isimli önce saray tiyatrosunda sahnelenen oyunu 1777’de Paris’te Fransuva Tiyatrosu’nda oynandığında büyük bir seyredilme oranına ulaşır.

Avrupa’da Türkler’le ilgili kitaplar

Yıldırım Bâyezid’in 1394’ten itibaren İstanbul’u kuşatma altına alması üzerine, Batı Avrupalı Hıristiyanlar gözlerini bu tarafa çevirdiler. Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’daki Fransuva-Şarlken çekişmesinden dolayı yönünü iyice Avrupa’ya dönmesi ve Mohaç Muharebesi ile Macaristan’ı fethi üzerine herkes Türkler’le ilgilenmeye başladı. Bu konuda art arda kitaplar basıldı.

Avrupalılar’ın Kıbrıs’ın Türkler tarafından fethi üzerine ilk defa bir araya gelerek İnebahtı Deniz Savaşı’nda Osmanlı donanmasını yok etmelerinin yankısı ise çok büyük oldu. İnebahtı Savaşı ve daha sonra gelişen hadiseler üzerine 1570-1572 yılları arasında 360 eser basıldı.

Türkler’le ilgili yayın yapıldı

Romanyalı tarihçi Carl Göllner’in araştırmaları neticesinde vardığı sonuç, XVI. yüzyılda Türkler’le ilgili Avrupa’da 2463 kitap, broşür ve el ilânı basıldığıdır. Bu ilgi sadece belirli ülkelere mahsus değildi, Avrupa’nın hemen hemen her şehrinde Türkler’le ilgili yayın yapılıyordu. Frankfurt’tan Paris’e, Londra’dan Lyon’a, Roma’dan Prag’a, Venedik’ten Viyana’ya her yerde bu tür kitaplar basılmıştı. Osmanlılar’la ilgili en çok yayın Ausburg’da yapılmıştı. Bu şehirdeki 29 matbaada basılan kitap ve broşür sayısı 134’tü.

Almanca, Latince, İngilizce, İtalyanca, İspanyolca başta olmak üzere hemen hemen her Avrupa dilinde Osmanlılar üzerine basılmış eserlere rastlanmaktadır. 2463 yayının 1000 kadarı Almanca, 455’i ise Latince’dir.

Şehzade Mustafa nasıl öldürüldü?

Genç tarihçi Aykut Can tarafından derlenen “Şehzâde Mustafa ve Şehzâde Bâyezid Nasıl Öldürüldüler” isimli kitapta, “Osmanlı İmparatorluğu’nda şehzâdelik, kardeş katli, Şehzâde Mustafa’nın hayatı, Şehzâde Mustafa’nın nasıl öldürüldüğü, Düzmece Mustafa isyanları, Şehzâde Bâyezid’ın isyanı ve öldürülmesi, İtalyan gözüyle Şehzâde Mustafa’nın öldürülmesi, Alman gözüyle Şehzâde Mustafa’nın katli, Rüstem Paşa ve Şehzâde Mustafa ile ilgili mersiyeler” bir araya getirilmiş. Şehzâde Mustafa ve öldürülmesi hakkında derli toplu bilgi sahibi olmak isteyenler ile kardeş katli meselesini anlamaya çalışanlar bu kitabı okuyabilirler.

Opera eserlerinde Şehzade Mustafa

Valentini’nin 1756’da Torino’da oynanan operasında Kanuni’nin Hürrem ile evlenmesi, Hürrem Sultan’ın Rüstem Paşa ile işbirliği yaparak oğlu Cihangir’i tahta çıkarmak için Şehzade Mustafa’ya karşı faaliyetleri anlatılır. Oyunda Şehzâde Mustafa ise İran Şahı Tahmasb’ın kızı Sofî’ye aşık gösterilir. Bu durumu kullanan Rüstem Paşa, Şehzade’yi İran’la işbirliği yapmış gibi gösterir.

Savunmasızca öldürdü

İran Şahı’na gönderildiği iddia edilen mektupta Şehzade şahın kızıyla evlenmek istemekte ve bunun karşılığında ise iki devlet arasında uzun süreli barış tesis edilecektir. Kanuni bu mektubu oğlunun yazdığına inanır ve Mustafa’yı Amasya’dan yanına çağırtıp, kendini savunmasına izin vermeden öldürtür. Şehzade Cihangir, Hürrem Sultan’ın çocuğu olmasına rağmen hadiseden etkilenerek intihar eder. Kanuni büyük pişmanlık duyar. Mustafa’nın yerine ona benzeyen bir kölenin öldürüldüğü söylentileri çıkar. Ancak doğru olmadığı anlaşılır.

Kanuni’nin çocukları

Kanuni Sultan Süleyman’ın 10 veya 12 çocuğu olduğunu tahmin ediyoruz. İsimleri bilinenler şunlardı: Şehzâde Mustafa, Şehzâde Selim, Şehzâde Bâyezid, Şehzâde Cihangir, Şehzâde Mahmud, Şehzâde Murad, Şehzâde Mehmed, Şehzâde Abdullah, Mihrimah Sultan ve Raziye Sultan.

İki çocuğu kaldı

Şehzâde Mahmud ve Murad ile ismi bilinmeyen bir kız çocuğu Kanuni’nin saltanatının ilk yıllarında öldü. Hürrem Sultan’ın oğullarından Abdullah birkaç yaşındayken, Mehmed ise 20’li yaşlarda vefat etti. Şehzâde Mustafa ve Şehzâde Bâyezid öldürüldüler. Şehzâde Cihangir ve Raziye Sultan da babalarının sağlığında hayatlarını kaybettiler. 1566’da Kanuni vefat ettiğinde hayatta sadece II. Selim ve Mihrimah Sultan kalmıştı.

TDV İslâm Ansiklopedisi tamamlandı

Türkiye ilk önemli ansiklopedinin Fransa’da yayınlanmasından yaklaşık 250 sene sonra TDV İslâm Ansiklopedisi’nin neşrini tamamlayarak kendi ansiklopedisine kavuştu
892’de Londra’daki Şarkiyatçılar Kongresi’ndeWilliam Robertson Smith tarafından bir İslâm Ansiklopedisi hazırlanması gündeme getirildi. Kongreden sonra kurulan komisyonlar 1902’ye kadar çalışmıştır. Ansiklopedinin neşri ise, 1683’ten itibaren Arabiyat alanında eser yayınlayan E. J. Brill (Leiden) yayınevine verildi. 1908’de yayınlanmaya başlayan ansiklopedi 1936’da 4 büyük cilt ve 6176 madde başlığıyla tamamlandı.

İslam ülkeleri hakkında bilgiler

Ansiklopedinin yayınlanma amacı Hollanda, İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci devletlere hâkimiyetleri altındaki İslâm ülkeleri hakkında bilgi üretmekti. Bu yüzden ansiklopedideMüslümanlar açısından önemli birçok madde kaleme alınmamış, Avrupalılar için önem taşıyan konular ön plana çıkarılmıştı. En önemli nokta ise İslâmiyet’le ilgili maddelerin Hıristiyan gözüyle kaleme alınmasıydı.

Bütün eksikliklerine rağmen ilk olması sebebiyle ansiklopedi büyük yankı uyandırdı. Türkçe, Arapça, Farsça ve Urduca’ya çevrildi. Ansiklopediler belli bir süre sonra eskirler ve yenilenmeleri gerekir. Bu yüzden The Encyclopaedia of Islam, 1954’ten itibaren daha da genişletilip, Türk bilim adamlarından da destek alarak yeniden neşredilmiştir. Bu sefer ansiklopedi İngilizce ve Fransızca olarak çıkmıştır. Günümüzde bu ansiklopedinin üçüncü neşri yapılıyor.

İslâm Ansiklopedisi

Encyclopaedia of Is, 1940’tan itibaren Türkçe’ye çevrilip, bazı maddeler tadil ve ikmal edilerek “İslâm Ansiklopedisi” adıyla yayınlanmaya başlandı. Ansiklopedi, İstanbul Üniversitesi’ndeki bilim adamlarının teşkil ettiği heyet tarafından Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yayınlanmıştır. “İslâm Ansiklopedisi” 1987’de 15 cilt olarak tamamlandı. Ansiklopedi, “Leyden tab’ı esas tutelif, tâdil, ikmal ve tercüme su” yayınlanmıştı. Özellikle Türkler’le ilgili maddeler yeniden yazılmıştır. Ansiklopedideki toplam madde sayısının yaklaşık üçte ikisi tercüme, üçte biri teliftir.

Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi

Tür­ki­ye Di­ya­net Vak­fı, 1983’ten iti­ba­ren ye­ni bir İs­lâm An­sik­lo­pe­di­si için ha­zır­lı­ğa baş­la­mış ve bu amaç­la bir araş­tır­ma mer­ke­zi ve kü­tüp­ha­ne ku­rul­muş­tur. 1988’de ilk fa­si­kü­lü çı­kan ye­ni İs­lâm An­sik­lo­pe­di­si ön­ce­ki an­sik­lo­pe­di­ler­den fark­lı ola­rak re­sim­liy­di. Ay­rı­ca Tür­ki­ye­’nin sos­yal bi­lim­ler­de ulaş­tı­ğı se­vi­ye­yi gös­ter­me­si açı­sın­dan mad­de­le­rin yüz­de 90’ın­dan faz­la­sı yer­li bi­lim adam­la­rı ta­ra­fın­dan ka­le­me alın­mak­tay­dı. TDV İs­lâm An­sik­lo­pe­di­si, ya­yı­na baş­la­ma­sın­dan 25 yıl son­ra geç­ti­ği­miz gün­ler­de Tür­ki­ye­’nin en önem­li hu­kuk ta­rih­çi­le­rin­den Prof. Dr. Meh­met Akif Ay­dı­n’­ın baş­kan­lı­ğı sı­ra­sın­da 44’ün­cü cil­di­ni çı­ka­rıp neş­ri­ni ta­mam­lan­dı.

Mil­let ola­rak ken­di­mi­zi aşı­rı ten­kit ede­riz, faz­la be­ğen­me­yiz ve bu du­rum da iş yap­ma­mı­zı en­gel­ler. Bu an­sik­lo­pe­di Türk mil­le­ti­nin iyi bir or­ga­ni­zas­yon ya­pıl­dı­ğın­da ne­ler ya­pa­bi­le­ce­ği­nin önem­li bir gös­ter­ge­si­dir. Tür­ki­ye­’de sos­yal bi­lim­ler ala­nın­da bu an­sik­lo­pe­diy­le önem­li bir se­vi­ye­ye ula­şıl­mış­tır. TDV İs­lâm An­sik­lo­pe­di­si, İs­lam di­ni, ta­ri­hi, kül­tü­rü ve me­de­ni­ye­ti, ede­bi­yat, gü­zel sa­nat­lar ve fel­se­fe alan­la­rın­da bin­ler­ce mad­de­den olu­şu­yor. İs­lâm kül­tür mi­ra­sı bu an­sik­lo­pe­diy­le ya­zı­lı ha­le gel­miş­tir.

Gerçek bir kütüphane

Türk bi­lim adam­la­rı yurt­dı­şı­na çık­tık­la­rı za­man bir­kaç şe­ye gıp­ta ile ba­kar­lar. Bun­la­rın bi­rin­ci­si kü­tüp­ha­ne­ler­dir. İkin­ci araş­tır­ma mer­kez­le­ri, üçün­cü­sü ise fark­lı mil­let­le­rin ken­di­le­ri­nin ha­zır­la­dık­la­rı an­sik­lo­pe­di­le­ri­dir.

1984’te üni­ver­si­te eği­ti­mi­me baş­la­mam­dan iti­ba­ren bu üç ko­nu be­nim de en önem ver­di­ğim ve ül­kem­de ger­çek­leş­me­si­ni is­te­di­ğim şey­le­rin ba­şın­da ge­li­yor­du. Araş­tır­ma­cı­ya ger­çek ma­na­da hiz­met eden kü­tüp­ha­ne­le­ri­miz ol­ma­ma­sı ve der­le­me ka­nu­nu­na rağ­men bir­çok ki­ta­bın kü­tüp­ha­ne­le­ri­mi­ze ulaş­ma­ma­sı se­be­biy­le genç­lik yıl­la­rım ki­tap ve der­gi top­la­may­la geç­ti. Bu eser­le­re pa­ra ye­tiş­tir­me­nin ya­nı sı­ra ko­ya­cak yer bul­ma da en bü­yük me­se­lem­di. An­cak şim­di­ki genç araş­tır­ma­cı­lar bu sı­kın­tı­la­rı ya­şa­mı­yor­lar.

Gü­nü­müz­de Tür­ki­ye Di­ya­net Vak­fı ta­ra­fın­dan ku­ru­lan İs­lam Araş­tır­ma­la­rı Mer­ke­zi (İSAM) Kü­tüp­ha­ne­si gi­bi dün­ya­nın en önem­li araş­tır­ma kü­tüp­ha­ne­le­rin­den bi­ri­si Üs­kü­dar Bağ­lar­ba­şı­’n­da hiz­met ve­ri­yor. Kü­tüp­ha­ne mü­dü­rü Bi­rol Ül­ker ve kü­tüp­ha­ne ça­lı­şan­la­rı iş­le­ri­ni se­ve­rek yap­tık­la­rı için araş­tır­ma­cı­la­ra zor­luk çı­kar­mak ye­ri­ne her tür­lü ko­lay­lı­ğı sağ­lı­yor­lar.

Haftanın 7 günü gece 23’e kadar hizmet

Li­san­süs­tü eği­ti­mim sı­ra­sın­da yurt­dı­şın­da ge­ce­le­ri ve haf­ta son­la­rı açık olan ve açık raf sis­te­miy­le ça­lı­şan kü­tüp­ha­ne­le­ri du­yup, biz­de ni­ye böy­le kü­tüp­ha­ne­ler ol­maz di­ye dü­şü­nür, mes­lek­taş­la­rı­mız ara­sın­da dert­le­şir­dik. İSAM Kü­tüp­ha­ne­si ge­ce 23.00’e ka­dar açık bir kü­tüp­ha­ne. Haf­ta­nın ye­di gü­nü hiz­met ve­ri­yor. Ar­tık araş­tır­ma­cı­la­rın es­ki­den ol­du­ğu gi­bi pa­zar­te­si gel­se de kü­tüp­ha­ne­ye git­sem ve­ya sa­at 16.30 ol­du kü­tüp­ha­ne­yi ka­pa­ta­cak­lar di­ye dert­le­ri yok. 

Ansiklopedi

18. yüzyıl Avrupa tarihinde “Aydınlanma Yüzyılı” diye isimlendirilir. Aydınlanmanın vatanı olarak da Fransa bilinir. Fransa’nın aydınlanma sürecinin bayraktarlığını yapmasının en önemli sebeplerinden biri, kısaca “Encyclopedie” olarak bilinen “Encyclopedie ou dictionnaire raisonne des sciences, des arts et des metiers (Ansiklopedi ya da Bilimlerin, Sanatların ve Mesleklerin Sınıflandırılmış Sözlüğü) yayınlanmasıdır.

Encyclopedie, “her türlü ve her çağda, insan aklının çabalarının genel bir görünümünü” vermek iddiasıyla 1751’de yayımlanmaya başlanmıştır. Editörlüğünü Denis Diderot ve Jean le Rond Alembert’in yaptığı ansiklopedi 1772’de tamamlanmıştır. Toplam 33 cilt olan Encyclopedie, Montesquie, Voltaire, Rousseau, d’Alembert, Buffon, Quesnay ve Helvetius gibi devrin önde gelen 150’den fazla yazar ve düşünürünün yazılarını ihtiva eder.

Yüzde 93’ü yerli

TDV İslâm Ansiklopedisi, 44 cilt. Bu 44 ciltte 15.226 madde başlığı yer alıyor. Alt başlıklarla birlikte madde sayısı 16.855. 15.752 madde Türkiye’den müellifler tarafından kaleme alınmış. Yurtdışı yazarların kaleme aldığı madde sayısı ise 1103. Ansiklopedi maddelerinin yaklaşık yüzde 93’ü Türk ilim adamlarına ait. Toplam müellif sayısı ise 1.928.

Araştırmacı kütüphanesi

İSAM Kütüphanesi, lisansüstüne hizmet veren bir kütüphane. Yüksek lisans ve üstü eğitim yapan araştırmacılara açık. Kütüphanede yaklaşık 300 bin eser var. Bu eserlerin bir kısmı Orhan Şaik Gökyay, Nejat Göyünç ve Albert Hourani gibi birçok önemli araştırmacının kütüphanesinden İSAM’a intikal etmiş.

Osmanlı devleti Kırım'ı kaybedeli 240 yıl oldu

1475’te Osmanlı hâkimiyetine giren Kırım 300 yıl sonra 1774’te kaybedilmişti. Osmanlı yönetimi Kırımgibi bir Müslüman toprağının kaybedilmesini hiçbir zaman kabul etmedi. Kırım’ı geri almak için Ruslar’la defalarca savaşa girdi. Ama hepsini kaybetti. Aradan asırlar geçmesine rağmen Ukrayna’daki karışıklık dolayısıyla Kırım tekrar gündemde.

Kırım’ın kaybı

1768’de Rusya’yla Osmanlı Devleti uzun sürecek bir savaşa girdi. Osmanlı yönetimi, 1736-1739 savaşında Kırım’ın Rus işgaline uğraması sebebiyle Kırım’ı, Tatarlar’ın tek başlarına savunamayacağını gördüğünden burada bir seraskerlik oluşturmuştu. Ruslar’ın Kırım’a gireceği Or Kapı adlı geçit, buranın müdafaası açısından son derece önemliydi. Bu savaşta Kırım seraskeri olarak görevlendirilenSilahdar İbrahim Paşa’nın, Or Kapı’nın müdafaası için harekete geçmesi, Tatarlar tarafından geciktirildi, Osmanlı ordusu yoldayken de Or Kapı’daki kalede bulunan Tatarlar bu önemli geçit noktasını Ruslar’a teslim ettiler. Buradan rahatlıkla geçen Rus kuvvetleri Kırım’ı kısa zamanda işgal edip, Osmanlı ordusu komutanı İbrahim Paşa’yı da esir alarak, Petersburg’a götürdüler.

Ruslar, Kırımlılar ile çeşitli müzakereler yapmışlar, yayınladıkları bildirilerle de onlara, Kırım’a doğru ilerleyen Rus kuvvetlerine karşı gelmedikleri takdirde bağımsızlıklarını vereceklerini vadetmişlerdi.

Küçük Kaynarca Antlaşması

1768-1774 savaşı esnasında zaman zaman barış görüşmelerine teşebbüs edildiyse de bir netice alınamamıştı. 1774’te ölen Üçüncü Mustafa’nın yerine tahta çıkan Birinci Abdülhamid, bir şeyler yapmak istediyse de cephelerde mağlubiyetler devam etti. Büyük askeri başarılarına rağmen Ruslar da kendi iç meselelerinden dolayı barış istiyorlardı. İki devlet arasında 21 Temmuz 1774’te imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması’nın en ağır maddesi Kırım’ın bağımsız bir statüye sokulmasıydı. Osmanlı padişahının halife olarak Tatarlar’ın dini lideri olmasının dışında Kırım’la bir bağı kalmamıştı. Bu durum gelecekteki bir Rus işgalinin de habercisiydi.

Aynalıkavak Tenkihnâmesi

1777’de Şahin Giray’ın Çariçe İkinci Katerina’nın desteğiyle han olmasından itibaren Kırım, Rusya’yla iyice yakınlaştı. Kendisine karşı çıkan isyanla baş edemeyen Şahin Giray, hanlığı Ocak 1778’de Selim Giray’a devretti. Aslında bu Osmanlı Devleti’nin de desteklediği ve başarıya ulaşan bir darbeydi ama Ruslar’ın desteklediği Şahin Giray hanlık davasından vazgeçmedi. Şahin Giray, kısa bir süre sonra Rus askerinin desteğiyle, ikinci defa han oldu.

Yeni bir Osmanlı-Rus savaşı çıkmak üzereyken Fransızlar’ın araya girmesiyle 21 Mart 1779’da Aynalı-kavak Tenkihnâmesi imzalandı. Bu antlaşmayla Kırım bağımsız bir devlet olacaktı. Ruslar da Kırım’daki askerlerini çekeceklerdi. Osmanlı yönetimi de Şahin Giray’ın hanlığını tanıyacaktı.

Kırım’ın işgali

Şa­hin Gi­ra­y’­ın ikin­ci han­lı­ğı,ço­ğu kan­lı bir şe­kil­de bas­tı­rı­lan is­yan­la­ra rağ­men beş se­ne sür­dü. 1782’de Ha­lim Gi­ray li­der­li­ğin­de baş­la­tı­lan is­yan ise bek­le­nen­den da­ha faz­la des­tek bul­du ve Şa­hin Gi­ray, an­cak Rus­la­r’­a sı­ğı­na­rak ca­nı­nı kur­ta­ra­bil­di. Fa­kat Ge­ne­ral Po­tem­kin ko­mu­ta­sın­da­ki Rus or­du­su­nun des­te­ğiy­le 1782 ya­zın­da üçün­cü de­fa Kı­rım han­lı­ğı­na ge­ti­ril­di. An­cak üçün­cü han­lı­ğı dö­ne­min­de Şa­hin Gi­ray, Rus Ge­ne­ral Po­tem­ki­n’­in kuk­la­sıy­dı. Po­tem­kin, bir yo­lu­nu bu­lup Kı­rı­m’­ı doğ­ru­dan Rus­ya top­rak­la­rı­na kat­mak is­ti­yor­du. Bu­nun için ya­rı­ma­da­da as­ke­rî yı­ğı­nak­lar ya­pı­yor­du, an­cak ulus­la­ra­ra­sı den­ge­ler uy­gun ol­ma­dı­ğın­dan bu is­te­ği­ni ye­ri­ne ge­ti­re­mi­yor­du. Ni­ha­yet 1783 Ni­sa­n’ı­n­da ya­yın­la­nan bir be­yan­nâ­me, Po­tem­ki­n’­in ha­yal­le­ri­nin ge­rek­çe ol­ma­sı­nın ka­pı­sı­nı ara­la­dı. Ça­ri­çe Ka­te­ri­na adı­na ya­yın­la­nan be­yan­nâ­me­de Kı­rı­m’­ın fii­len iş­gal edil­me­si­nin ge­rek­çe­le­ri sı­ra­la­nı­yor­du. Po­tem­kin bü­yük bir mem­nu­ni­yet­le tek­rar Rus or­du­su­nun ba­şı­na geç­ti ve kı­sa bir sü­re­de Kı­rı­m’­ı fii­len iş­gal et­ti. Bu iş­gal­le bir­lik­te kuk­la han Şa­hin Gi­ray han­lı­ğın­dan, Kı­rım ise bir da­ha el­de ede­me­ye­ce­ği ba­ğım­sız­lı­ğın­dan ol­du.

Yeni bir savaş göze alınmadı

Os­man­lı yö­ne­ti­mi Kı­rı­m’­da­ki bu du­ru­mu ka­bul­len­mek is­te­me­miş, an­cak ye­ni bir sa­va­şı da gö­ze ala­ma­mış­tı. Os­man­lı Dev­le­ti, 1784’te im­za­la­nan ve Kı­rım se­ne­di de­ni­len üç mad­de­lik ant­laş­may­la ya­rı­ma­da­da­ki Rus hâ­ki­mi­ye­ti­ni ta­nı­dı fa­kat Kı­rı­m’­ın tek­rar ge­ri alın­ma­sı hep bir ide­al ola­rak ya­şa­tıl­dı.

Kırım’ı kurtarın

Bi­rin­ci Ab­dül­ha­mid dö­ne­min­de Kı­rı­m’­ı ge­ri al­mak için hep fır­sat kol­lan­dı. Halk Kı­rı­m’­ın kur­ta­rıl­ma­sı­nı is­ti­yor­du. Avus­tur­ya ile Rus­ya ise Os­man­lı top­rak­la­rı­nı pay­laş­mak için it­ti­fak yap­mış­lar­dı. So­nun­da 1787-1792 yıl­la­rı ara­sın­da Os­man­lı­lar ile Avus­tur­ya ve Rus­ya arasın­da beş yıl sü­re­cek bir sa­vaş çık­tı. Avus­tur­ya cep­he­sin­de düş­man dur­du­rul­du. An­cak Rus or­du­la­rı Os­man­lı bir­lik­le­ri­ni ar­ka ar­ka­ya mağ­lup et­ti.

Üçün­cü Se­lim

Sa­vaş de­vam eder­ken 1789’da tah­ta Üçün­cü Se­lim çık­tı. Genç pa­di­şah, tah­ta çık­tı­ğı ilk gün­ler­den iti­ba­ren sa­va­şı sür­dür­me­de­ki ka­rar­lı­lı­ğı­nı gös­ter­di. İs­tan­bu­l’­da taht de­ği­şik­li­ği­nin kar­ga­şa­sı ya­şa­nır­ken Rus ve Avus­tur­ya or­du­la­rı cep­he­de­ki ko­num­la­rı­nı güç­len­dir­di­ler. 1790’da Avus­tur­ya hü­küm­da­rı İkin­ci Jo­se­f’­in ölü­mü ve ye­ri­ne İkin­ci Leo­pol­d’­ün geç­me­si sa­va­şın gi­di­şa­tı­nı ta­ma­men de­ğiş­tir­di. Ye­ni im­pa­ra­tor, Os­man­lı dev­le­ti ile 1791’de Ziş­to­vi Ant­laş­ma­sı­’nı im­za­la­ya­rak sa­vaş­tan çe­kil­di. Avus­tur­ya­’nın sa­vaş­tan çe­kil­me­si­ne rağ­men Rus bir­lik­le­ri önem­li ba­şa­rı­lar ka­zan­ma­ya de­vam et­ti. Or­du ve halk sa­va­şa de­vam edil­me­me­si ta­raf­ta­rı olun­ca, Üçün­cü Se­lim sulh gö­rüş­me­le­ri­ne baş­la­dı. 10 Ocak 1792’de Ya­ş’­ta ak­de­di­len Os­man­lı-Rus ba­rış an­laş­ma­sı­na gö­re, Rus­lar iş­gal et­tik­le­ri ba­zı top­rak­la­rı bı­rak­mış­lar an­cak Os­man­lı yö­ne­ti­mi de Rus­la­r’­ın Kı­rım ve Gür­cis­ta­n’­da­ki hâ­ki­mi­yet­le­ri­ni ta­nı­mak zo­run­da kal­mış­tı.

Kırım’ın fethi

Kırım Hanlığı’nda, kurucusu Hacı Giray’ın 1466’daki ölümünden sonra oğulları arasında taht mücadeleleri başlamıştı. Şirin Beyi Eminek, Cenevizliler’e karşı Osmanlılar’dan yardım istedi. Bu fırsatı değerlendiren Fatih, 1475’te Gedik Ahmed Paşa komutasındaki bir donanmayı Kırım’a gönderdi. Cenevizliler’in elindeki Kefe ve Kırım’ın sahil kesimi ele geçirildi.

Kırım Tatarları

Kırım Tatarları, Osmanlı Devleti’nin en önemli güçlerindendi. Özellikle Akıncılar’ın ortadan kalkmasından sonra bu boşluğu Kırım Hanlığı’nın kuvvetleri doldurdular. Kuzey seferlerinde ve 1683’ten sonraki Viyana bozgun yıllarında önemli roller oynadılar.

Osmanlı tarihinin 461 yıl unutulmayan en acı ölümü

Şehzâde Mustafa, 1515’te babasının Manisa Sancakbeyliği sırasında doğdu. Annesi MahidevranHatun’du. 1520’de babasının tahta çıkması üzerine İstanbul’a geldi. 1533’te Manisa Sancakbeyliği’ne tayin edildi.

Yeniçerilerin sevgisi

Şehzâde Mustafa, Manisa Sancakbeyliği sırasında şairleri ve âlimleri himayesi altına aldı. Halka, ulemaya ve askerlere karşı cömert oldu. Şehzâde hemen herkes tarafından sevilerek saltanatın varisi olarak görüldü.

Şehzâdenin bu şekilde geniş bir nüfuza sahip olması ve değişik halk kesimlerinden destek görmesi, Hürrem Sultan’ı huzursuz ediyordu. Hürrem Sultan’ın da etkisiyle Veziriazam Makbul İbrahim Paşa öldürüldü. Böylece Şehzâde Mustafa İstanbul’daki en büyük destekçisini kaybetti. Hürrem Sultan ise kızı Mihrimah Sultan’ı evlendirdiği Rüstem Paşa’yı ikbal merdivenlerinden çıkararak, Şehzâde Mustafa’ya karşı önemli bir müttefik buldu.

Valilere mektup yazdı

Kanunî, Hürrem Sultan’ın da tesiriyle Şehzâde Mustafa’yı saltanat merkezine daha yakın olan Manisa Sancakbeyliği’nden alarak yerine Şehzâde Mehmed’i tayin etti. Şehzâde Mustafa’yı da Amasya’ya gönderdi. Ancak Şehzâde Mehmed’in 1 yıl sonra 1543’teki beklenmedik ölümü Şehzâde Mustafa’yı tekrar şanslı duruma getirdi.

Şehzâde Mustafa da bu arada valilere mektuplar yazarak çevresini genişletmeye çalışıyordu. Mahidevran Sultan, Amasya’da Şehzâde Mustafa’ya yol gösteriyor, oğlunu korumak için çabalıyordu.

Venedik Elçisi Navagero, Hürrem Sultan ile Rüstem Paşa’nın Şehzâde Mustafa’yı engellemek için neler yaptıklarını da şöyle anlatır:

Sahte mektuplar

Gelişmelerin günden güne kendi aleyhlerine gittiğini gören Rüstem Paşa, gizlice şehzâdenin mührünü kazıttı. Şehzâde Mustafa’nın ağzıyla İran Şahı Tahmasb’a bir mektup yazdı. Sahte mektupta, şehzâde “padişah olması halinde Şah Tahmasb ile yakın bir dostluk kuracağını bildiriyor ve Şah’ın güzel kızı Feride ile evlenmek istediğini” söylüyordu. Rüstem Paşa, şehzâde adına yazdığı sahte mektubu Zeynel Bey vasıtasıyla İran şahına gönderdi. Şahın cevaben şehzâdeye yazmış olduğu mektubu da aynı yolla ele geçirdi. Rüstem Paşa çok büyük bir koz yakalamıştı. Gerektiğinde bu sahte mektupları padişaha gösterecek ve şehzâdenin sonunu hazırlayacaktı.

Kanunî’ye iletti

1552’de Veziriazam Rüstem Paşa, İran seferine çıktı. Ancak Anadolu’daki asker ve halkın Şehzâde Mustafa’ya büyük muhabbet beslediklerine şahit oldu. Padişahın yaşlandığı ve Rüstem Paşa’nın da ortadan kaldırılması gerektiği yönünde dedikodular üzerine veziriazam, hemen bir adamını İstanbul’a göndererek meydana gelen olayları Kanunî’ye iletti. Bu arada daha önce Şah Tahmasb’a yazdığı sahte mektupları da Şehzâde Mustafa’nın aleyhine delil olarak gönderdi. Artık, Kanunî Sultan Süleyman tamamen oğlunun aleyhine dönmüştü. Özellikle, “Padişahın kalan ömrünü Dimetoka saraylarında ibadetle geçirmesi gerektiği” şayiası kendisini çok üzmüştü. Dedesi İkinci Bâyezid tahttan indirilerek Dimetoka Sarayı’na gönderilmiş ancak yolda aniden ölmüştü.

Şehzâde Mustafa’nın öldürülmesi

Sultan Süleyman, Rüstem Paşa’yı geri çağırarak seferin ertesi yıl bizzat kendi komutasında yapılacağını bildirdi. Kanunî, 28 Ağustos 1553’te ordusuyla Üsküdar’dan hareket etti. Ordu 5 Ekim’de Konya Ereğlisi yakınındaki Aktepe denilen mevkide konakladı. Orduya katılması talimatı verilen Şehzâde Mustafa, babasının kendisiyle ilgili düşüncelerinden habersiz, birlikleriyle babasının otağının 2 mil uzağına otağını kurdu.

Uyarıları dinlemedi

Şehzâde Mustafa, akşama doğru babasının otağından kendisine doğru üzerinde kâğıt bulunan bir ok atıldı. Kâğıtta babasının otağına kesinlikle gitmemesi, babasının onu öldüreceği yazılıydı. Şehzâde Mustafa bunu Rüstem Paşa’nın kendisine karşı bir hilesi olarak düşündü. Şehzâde Mustafa, çevresinin bütün uyarılarına rağmen babasının kendisini öldürteceğine inanmıyordu.

Şehzâde Mustafa, padişahın çadırına girdiğinde elinde bir yayla tahtta oturan babasını hürmetle selamladı. Kanunî bu selama, “Ah köpek! Sende hâlâ beni selamlayacak cesaret var mı” diyerek arkasını döndü. Bu işaret üzerine iri cüsseli dilsiz yedi cellat şehzâdenin üzerine atıldılar.
Şehzâde Mustafa böyle ani bir saldırı karşısında bile cellatlardan kurtulup, onları yere sermeyi başardı. Bu sırada karşısına çıkan Zal Mahmud Ağa, şehzâdeye çelme takarak onu yere düşürdü ve hemen kemendi boynuna geçirdi. Birkaç dakika sonra şehzâdenin cesedi çadırın dışına çıkarılarak bir İran halısının üzerinde teşhir edildi.

Rüstem Paşa azledildi

Olup bitenler Şehzâde Cihangir’i derinden yaraladı. Şehzâde Cihangir, kısa bir süre sonra vefat etti. Şehzâde Mustafa’nın ölümü ordu arasında derin bir üzüntü ve hoşnutsuzluk meydana getirdi. Rüstem Paşa azledilip, Şehzâde Mustafa’ya yakınlığı ile bilinen Kara Ahmed Paşa veziriazamlığa getirildi. Şehzâdenin cenazesi Bursa’ya gönderilerek defnedildi. Hürrem Sultan’ın kışkırtmasıyla, babasının intikamını alır gerekçesiyle Şehzâde Mustafa’nın 7-8 yaşlarındaki oğlu Şehzâde Mehmed de öldürüldü.

Düzmece Mustafa

Şehzâde Mustafa öldü ama arkasından en az 5 kişi ben Şehzâde Mustafa’yım diye isyan çıkardı. Şehzâdenin katlinden kısa bir süre sonra Dobruca’da ortaya çıkan bir kişi Şehzâde Mustafa olduğunu iddia etti. Şehzâdeye benzerliği ve cesareti ile etrafına Rumeli eyaletlerinden binlerce sipahiyi topladı. Düzme Mustafa bir müddet devlet güçlerini uğraştırdıktan sonra yakalanıp, İstanbul’da çengele geçirilerek öldürüldü.

Arka arkaya isyanlar

Düz­me­ce Mus­ta­fa is­yan­la­rı dur­ma­dı. 1557’de Ana­do­lu­’da Sa­fe­vi­le­r’­in de des­tek­le­di­ği bir is­yan çık­tı. Sul­tan Sü­ley­ma­n’­ın taht ko­nu­sun­da­ki en­di­şe­le­ri­ni sa­de­ce 1566 yı­lı­na ka­dar ye­ni­den or­ta­ya çı­kan Düz­me­ce Mus­ta­fa­lar can­lı tut­tu. 1564’te fark­lı böl­ge­ler­de iki Düz­me­ce Mus­ta­fa
or­ta­ya çık­tı. Bir Düz­me­ce Mus­ta­fa ise 1565 Ha­zi­ra­nı­’n­da idam edil­di.

Hürrem Sultan’a suçlama

Şehzâde Mustafa ile ilgili birçok mersiye yazıldı. Kadın şair Nisâyî yazdığı mersiyede Hürrem Sultan’ı açıkça suçlamıştır:

Bir Urus câdısınun sözin kulağuna koyup
Mekr ü âle aldanuban ol acûzeye uyub
Bâğ-ı ömrün hâsılı ol serv-i âzâda kıyup
Bi-terahhum şâh-ı alem n’itdi Sultan Mustafâ
Şâh-ı âlemsin veli halk tutdı senden nefreti
Kimsenün kalmadı hergiz sana meyl-i şefkati
Bâis olan müftiye irmesün Hak rahmeti
Merhametsüz şâh-ı âlem n’itdi Sultan Mustafâ
    Nisâyi

Unutulmayan MERSiYE


Şehzâde Mustafa adına birçok mersiye yazıldı. Bunların en meşhuru Taşlıcalı Yahya’nınkidir:

Meded, meded bu cihânın yıkıldı bir yanı
Ecel celâlîleri aldı Mustafa Hân’ı.
Dolundu mihr-i cemâli, bozuldu erkânı,
Vebâle koydular âl ile Âl-i Osmân’ı.
.............
Enîsi gâib erenler, celîsi ehl-i sefâ,
Ziyâde ide yaşım gibi rahmetin mevlâ.
İlâhi! Cennet-i firdevs ana durağ olsun,
Nizâm-ı âlem olan Pâdişah sağ olsun!

4 Kasım 2013 Pazartesi

Meğer, Andımız’ın mucidi ezanı da Türkçeleştirmiş! -Mustafa Armağan

Andımız’ı başımıza saran Dr. Reşit Galip, bir tıbbiyeli ama bulaşmadığı iş yok neredeyse. 1919 yılında Köycüler Cemiyeti’ne kendi eliyle verdiği hayat hikâyesinde ilginç bir ayrıntıyı yakalıyoruz. Buna göre Yahudilerin kurduğu Alliance İsraelite İlkokulu’na girmiş ama bir sene sonra Sultan Abdülhamid’in emriyle okuldan çıkarılmış! Andımız’ın bu becerikli mucidinin bilmediğimiz daha nice yönleri olduğunu görelim mi?
Demokratikleşme Paketi, 80 yıldır çocuklarımıza okul kapılarında içirildiğimiz And’ı tarihe gömmüş oldu. Bir askerî darbeyle geri getirmeye kalkmazlarsa şimdilik ona veda ettiğimizi düşünebiliriz. Peki Andımız’ı başımıza saran mucidi hiç merak ettiniz mi?
Adı, Dr. Reşit Galip. Bir tıbbiyeli ama bulaşmadığı iş yok neredeyse. Neler mi? Yorulmazsanız sayalım:
Mübadele Komisyonu delegesi, Aydın Milletvekili, Ankara İstiklal Mahkemesi üyesi, Türk Ocakları Merkez Heyeti Başkan Vekili, Türk Tarihi Tetkik Encümeni Genel Sekreteri, Türk Tarih Kurumu Genel Sekreteri, CHP GYK Üyesi, Halkevleri’nin kurucularından…
Dahası var ama o zamanlar daha ‘milli’ olmamış olan Eğitim (Maarif) Bakanlığı yaptığını söyleyeyim de kestirmeden gidelim. 41 yaşında ölen, Andımız’ın bu becerikli mucidinin bilmediğimiz daha nice yönleri olduğunu görelim mi?
Rodos’ta dünyaya gelen Reşit Galip’in 1919 yılında Köycüler Cemiyeti’ne kendi eliyle verdiği hayat hikâyesinde ilginç bir ayrıntıyı yakalıyoruz. Buna göre Yahudilerin kurduğu Alliance İsraelite İlkokulu’na girmiş ama bir sene sonra Sultan Abdülhamid’in emriyle okuldan çıkarılmış! Sultan bunu yaptıysa bir bildiği vardır, diyor ve söz konusu okulların hangi gayeyle kurulduğunu Aron Rodrigue’in “Türkiye Yahudilerinin Batılılaşması” adlı kitabından okuyoruz (Ayraç: 1997, s. 126):
“(Bu okullar), Batılılaşmanın yanında öğrencilerinden Yahudilik inancına tam bir bağlılık içinde olmalarını da istemekteydi. Örgüte göre Yahudilik, üstün bir ‘ahlakî’ din olarak okullarda verilen eğitimin ayrılmaz bir parçası olmalıydı. Alliance okullarını kuranlar Doğu ve Kuzey Afrika’daki Yahudi halklarının dinsel duygularını güçlendirmeyi, onların Yahudiliğe, Yahudiliğin tarihine ve geleneklerine, iyi ve soylu olan her şeye bağlı olmalarını istemekteydi.”
Muhtemelen gizlice Amerikan Kız Koleji’ne giden genç Halide Edip Adıvar’ı okula gitmekten men eden Sultan Abdülhamid’in gözü, görünüşte Reşit Galip’in de kökü dışarıda bir Yahudi okuluna gitmesine göz yummamıştır.
Yahudi Prof.lar, tarihçilik ve ırkçılık
Ne gariptir ki, aynı Reşit Galip, Darülfünun’un yerli kadrosunu “inkılapçı değil” gibi sudan bahanelerle hemen tamamen tasfiye edecek ve Hitler Almanya’sından kaçmak isteyen Yahudi profesörlerle yeni bir “Türk üniversitesi” kurmaya soyunan Eğitim Bakanı olarak tarihe geçecektir.
İşte doktorumuz bu az zamanda büyük işler başardığı bakanlığı sırasında Andımız’ı önce kendi kızları için yazacak, ardından 80 yıllık bir bağırtma eyleminin fitilini ateşleyen inkılapçı olacaktır.
Reşit Galip’in bilinmeyen yanlarından biri de, inkılap tarihinin temelini teşkil eden “Tarih IV”(1931) adlı kitabın yazarı olması. Hâlâ etkisi devam eden bu kitabı Gazi Mustafa Kemal ile baş başa yazdıklarını, müsveddelerin Gazi tarafından tashih edildiğini, doktorumuzun ise bazı müphem noktaların açılması için soru sormak gibi katkılar yaptığını biliyoruz (Millet, 7 Ağustos 1947).
Cemal Kutay, Reşit Galip’in ağzından şu sözleri aktarmıştı: “Onun önünde bir nevi hususi inkılap dersi alıyordum. Yaptığım itirazlar sadece kendimi bu sahada derinleştirmek içindi.” Böylece yalnız kaldırılan Andımız’da değil, inkılap tarihlerimizin temelinde de bir tıp doktorunun emeğinin yattığını öğreniyoruz.
Reşit Galip’in inkılap maceralarını 32 kısım tekmili birden anlatmak ne mümkün. Onun için en iyisi birkaç önemli olay üzerinde durarak hakkında bir fikir vermek.
Kafatası ölçüyor
İlk baskısı 1971 yılında yapılan ‘Atatürk’ün Uşağının Gizli Defteri’, Çankaya’da 12 yıl sofracılık yapmış olan Cemal Granda’nın anılarıdır. (Şaşırtıcı tarafı, kitabın 2. baskısını Hürriyet Yayınları’nın yapmış olması.) Granda ‘Kafa ölçüsü’ başlığı altında şunları anlatır:
“Şapka devriminden sonra fes bir kenara atılmış, herkes şapka giymeye başlamıştı. Şapkayla beraber bunu giyecek olanların kafa ölçüleri de ortaya çıkmıştı. 1930 yılında Ankara’dayız. O zaman Milli Eğitim bakanı olan Dr. Reşit Galip, elindeki bir makineyle herkesin kafasını ölçüyor. Dolikosefal mi, Brakisefal mi? Hatırımda kaldığına göre 77-79 gelen kafalar Dolikosefal, 81’den ileri olanlar da Brakisefal.
Atatürk’ün başı ölçüldü ve 81 geldi. Odadakiler sıraya girmişler, başlarının ölçülmesini bekliyorlar. Atatürk, Reşit Galip’e ‘Çelebi’ninkini (yazarı kastediyor) ölç.’ dedi. Öbürlerinden önce başım ölçüldü, 81 çıktı. Sevinmeye başlamıştım. Öyle ya, Atatürk’le aynı kafa ölçüsü taşıyordum. Fakat sevincim uzun sürmedi. Atatürk ‘Olmaz! O hayvan kafalıdır. Bir yanlışlık olmasın.’ dedi. Neredeyse ağlayacaktım…” (Kent Kitap: 2011, s. 61)
Buna göre Andımız’ın yazarı Reşit Galip aynı zamanda kafatası ölçen bir doktordur!
On parmağında on marifet bulunan doktorumuz 1932 yılında düzenlenen Türk Tarih Kongresi’ne “Türk ırk ve medeniyet tarihine umumi bir bakış” adlı bilimsel(!) bir tebliğ de sunacak ve tam 62 sayfa tutan tebliğinin ardından kürsüye çıkıp tezlerini çürüten büyük bilim adamı Zeki Velidi Togan’a açıkça saldıranların başında gelecek, sonuçta Togan hocanın üniversiteden ipini çekmeyi başaracaktır!
Kongre’deki şu sözlerle tarihe geçmeyi hak etmiş olmalı: “Uzun boylu, uzun, beyaz simalı, düz veya kemerli ince burunlu, muntazam dudaklı, çok kere mavi gözlü ve göz kapakları çekik olarak değil, ufki (yatay) açılan ‘Türk’, beyaz ırkın en güzel örneklerinden biridir.” (1932, s. 159).
“Türk tarihi Ergenekon’dan çıkacaktır.” diyerek sahneyi terk eden doktorun ardından ‘şiddetli ve sürekli alkışlar’ koptuğunu söylememize gerek yok. Irkçı tarih anlayışının Türkiye’de yerleştirilmesi uğruna elinden geleni esirgememiştir ne de olsa.
Hz. Peygamber, Türk’müş!
Bitmedi. Bir marifeti de İslam’da reform yapmaktır Reşit Galip’in. Hızını alamayıp din işine de el atmış ve ‘Müslümanlık Türk’ün Milli Dini’ adlı bir tez hazırlamış. Özeti elimizde bulunan tez, Atatürk’ün direktiflerinden ilhamını almış, onun tarafından okunup üzerinde fikir yürütülmüş ve el yazılarıyla notlar konulmuş. Münir Hayri Egeli’nin ‘Eski bir Atatürkçü’ imzasıyla ‘Millet’ dergisinde çıkan tefrikasında (Ekim1947-Ocak 1948) aktardığına göre saçtığı bazı inciler şunlarmış:
    -Hz. Peygamber, Türk aslındandır.
    -Müslüman medeniyeti bir Türk medeniyetidir.
    -Müslümanlığı Türk’ün anlayacağı bir hale getirmek gerekir. Bu da ancak ibadetin Türk diliyle yapılmasıyla kabil olabilir.
İşte bu ‘tez’in arkasından tekbir ile ezanın Türkçeleştirilmesi işine girişilmiştir ki, ilk Türkçe ezan çevirisini yapanın Andımız’ın yazarı olması sanırım fazla söze hacet bırakmayacaktır.
Urfa’da bir söz vardır; “Bilen bilir, bilmeyen bir demet maydanoz zanneder.” derler. Dr. Reşit Galip de o uzun hikâyenin bir perdesidir. Bir perde kapandı. Ya diğerleri?..
06 Ekim 2013, Pazar