5 Aralık 2011 Pazartesi

Prenseslik zor meslek

Neslişah Sultan kendi köşesinde kalan, sıkıntılarını anlatmayan bir hanedan üyesidir. Gençlerin bu saygın kişiliği tanımasını isteriz, Murat Bardakçı’nın kitabı bu açıdan önemli bir katkı olacak.

Osmanlı prenseslerinin isimlerinin sonuna “sultan” unvanı eklenir. Ancak hanedanın erkek üyelerinin, yani padişah ve şehzadelerin kız çocukları bu unvanı alır. Padişah doğuran valide sultanlar da bu unvanla anılmıştır; bir de tarihte Kanuni Sultan Süleyman’ın resmen nikah kıydığı ve bu unvanı verdiği Hürrem... İmparatorluk prensi olan şehzadelerin idam ve siyaseten katl endişesi tabii ki hanedanın sultanları için söz konusu değildi. Ama sultanların hayatı da hiç sanıldığı kadar rahat geçmemiştir. Özellikle son dönem hanedan üyelerinin geçirdiği büyük sıkıntılar malumdur.

1924 yılının 11 Mart gecesi son padişah Sultan Vahdettin’in kızı Sabiha Sultan ile son halife Abdülmecid Efendi’nin oğlu Şehzade Ömer Faruk Efendi’nin büyük kızları olan Neslişah Sultan, annesi ve iki kız kardeşiyle Çatalca istasyonundan Avrupa’ya kalkan eksprese bindirildiğinde henüz 3 yaşındaydı. Dönüşü olmayan bir pasaportla sürgüne gidiyorlardı. Küçük sultan evini ve oyuncaklarını özlemiş, bir köşede ağlamış, sonra da uykusuna dalmıştı.

Hanedan defterine yapılan son kayıt onunki olduUzun ve renkli bir ömür önündeydi; bu renklerin içinde trajik olaylar, dünya tarihinin ünlü hanedanının üyelerinin Avrupa’daki sıkıntıları, ardından Mısır Hidiv hanedanından taht adayı Prens Abdülmunim ile olan evlilik ve şaşaalı bir hayat gelir. Ama bilhassa Yahya Kemal’in de söylediği gibi “İstanbul’un en iyi Türkçe bilenlerinden anne Sabiha Sultan’ın beslediği yurt özlemi dolayısıyla sultan kız kardeşlere dikkatle öğretilen bir Türkçe, Nice’teki Fransız lisesinden gelen mükemmel Fransızca” ve İngilizce ve Almanca. Mısır’da öğrenilen Arapça...

Neslişah Sultan şaşaanın içinde de zahmet çeken, öğrenen bir hanedan üyesiydi; kendisini tanıyanların tarih bilgisine, edebiyat, coğrafya, nebatat ve mutfak kültürüne olan derin vukufunu hayranlıkla gözledikleri bir aydın söz konusudur. Politikaya tabii ki ilgi duymuş hatta karışmıştır, nitekim 1952-53 onun Mısır’da Abdülnasır rejimi ile sıkıntılı zamanlar yaşadığı bir dönemdir. 1952’de hanedanın prensesleri (sultanlar) için çıkarılan af üzerine Sabiha Sultan Türkiye’ye döndü, kızları da onu izledi. Neslişah Sultan zaten Abdülmumin’in eşi ve Mısır hanedanının üyesi olduğu için Türkiye’ye daha evvel de girebiliyordu. Kayak, yüzme ve bilhassa binicilikteki mahareti herkesi hayran bırakmıştır. Soğukkanlı bir değerlendirişi vardır ve Türkiye’nin geçirdiği çağdaşlaşmaya herkesten fazla saygı duyduğu çok açıktır. Bu konuda muhtelif davranışları ve hatta demeçleri malumdur.

Şubat 1921’de doğduğu zaman hanedan defterine ismi “Fatma Neslişah” olarak kaydedildi. 4 Şubat günü Sabiha Sultan ile Ömer Faruk Efendi’nin kızlarının dünyaya geldiği, son padişahın doğum belgesini Babıali’ye göndermesi ve gereğinin yapılmasını emretmesiyle tarihe kaydoldu. Hanedan defterine yapılan son kayıt Neslişah Sultan’ın ismidir. Ondan sonra doğan hanedan üyeleri artık saltanat kalktığı için aile içinde kayıtlıdır. Neslişah Sultan’ın doğumu dolayısıyla bir sultana yapılan tebrik ziyaretleri, 121 pare top atılması ve padişah tarafından onun adına darp ettirilen beşi bir yerde ebadında çok az sayıda altın sikke ve de Faruk Nafiz’in (Çamlıbel) Neslişah Sultan’ın doğumu için düştüğü tarihle hanedan üyelerinin resmi tarihi kapandı:

“Cân ü dîlden söyledim Fâruk anın târîhini
Etdi dünyâ ıyd Sultan Neslişâh’ın nâmına”

(Neslişah Sultan kayak, yüzme ve binicilikte çok maharetliydi.)

1921’de Sabiha Sultan’ın Nişantaşı’ndaki konağında dünyaya gelen, sürgüne kadar Dolmabahçe Sarayı’nda yaşayan ve aslında pek de uzun olmayan ama dünyayı enine boyuna tanımayı sağlayan verimli bir eğitimle geçen Nice’teki yıllar, II. Cihan Harbi’nin hemen eşiğinde Mısır’a göç ve iki kız kardeşiyle birlikte Mısır prensleriyle izdivaç... Sultan henüz 18 yaşındadır ve 3 yaşında terk ettiği saray hayatına bu ülkede dönmüştür.

Mısır’daki askeri darbeden sonra zor günler geçirdiUzun Mısır yıllarında Kahire yüksek toplumunda hadisesiz yaşayan, Osmanlı hanedan üyesi olduğunu her tavrıyla telkin eden Neslişah Sultan, Mısır’daki askeri darbe üzerine siyasi bakımdan gene zor günler geçirdi; Avrupa ve ardından Türkiye... Herhangi bir aristokratın dahi kolay kabul göremeyeceği sanat çevrelerinde saygı gören bir kişilikti. Wilhelm Furtwaengler ve Willy Boskovski gibi büyük orkestra şefleri onunla görüşmekten zevk alırdı. Bazı kişilikler yaradılışları itibarıyle saygı ve hayranlık telkin ederler; bunun sadece iktidar, soy kütüğü, para ve hatta eğitimle bile ilgisi yoktur. Belki bütün bu unsurların bir miktar terkibi ve parlak bir zekanın dengeli ışımasıyla bu sağlanabilir. Basınımızdaki münasebetsizliklerden olacak, kendi köşesinde kalmayı tercih eden Neslişah Sultan’ı bu milletin hassaten gençlerinin tanımasını çok isteriz.

Geçtiğimiz cuma Neslişah Sultan’ın doğum günüydü. Yakınçağ tarihçiliğimize önemli bir katkı sayılması gereken Murat Bardakçı’nın “Neslişah - Cumhuriyet Devrinde Bir Osmanlı Prensesi” adlı 400 sayfayı aşkın yüzlerce arşiv belgesi ve mektuba, hatırata ve fotoğraflara dayanan kitabı Neslişah Sultan’a bir doğum günü armağanıdır.

Sultan Vahdettin dönemini betimleyen “Şahbaba”dan sonra son padişah ve son halifenin torunu Neslişah Sultan’ın hayatı etrafında bir dönemin tarihini ve asıl önemlisi son devirde Osmanlı hanedanını anlatan bu kitabın bir kazanç olduğunu belirtmek gerekir. Neslişah Sultan’a uzun ömürler dilerken, Bardakçı’nın da “Enver Paşa”sının bu yıl yazımının bitmesini ümit ederiz.
İlber Ortaylı
(Milliyet, 06.02.2011)

Harem Osmanlı cemiyetine kadın yetiştirmiştir"

Fatih Belediyesi öncülüğünde Aya İrini Kilisesi'nde düzenlenen "Muhteşem Kanuni Asrı Sempozyumu"nda konuşan Topkapı Sarayı Müzesi Başkanı Prof. Dr. İlber Ortaylı, Türk sinemasının tarihi filmleri çevirirken birtakım bilgileri doğru edinmek düzeyinde olmadığını söyledi. Ortaylı, "Sinemamızda eskilerin yetişmesini beklemek mümkün değildir. Bu sadece sinemacılarımızın yeteneği ve bilgi birikimlerinin değil, doğrudan doğruya Türk tarihinin, merasimleri ve adetleri tanımayan, günlük hayatı sarayda ve dışarıda henüz tespit edemeyen Türk tarihçiliğinin kabahatidir" diye konuştu.

''Muhteşem Süleyman ve Avrupa'' konulu konuşma yapan Ortaylı, Osmanlı'nın siyasi yapısını, askeri yapısını, dünyayı değiştiren fiziki yapısını uzun Kanuni asrına borçlu olduğunu belirtti.

"TOPKAPI ARŞİVLERİ OLMAZSA AVRUPALI HİÇBİR DEVLETİN TARİHİ YAZILAMAZ"
Osmanlı'nın 46 yıl içinde bir medeniyet haline geldiğini vurgulayan Ortaylı, "Eğer Topkapı'nın arşivleri olmasa, eğer Türk imparatorluğunun kalıntıları olmasa bugün Avrupa'nın hiçbir devletinin tarihi yazılamaz. Bu bize kuru bir iftihar ve gururdan çok büyük bir mesuliyet gerektirmektedir. Kanuni Sultan Süleyman ve Fatih, asırların her arşivi Türklerin birinci derecede korumakla mükellef oldukları kalıntılardır. Bunlara gereken ihtimamı göstermezsek, sadece kendimizin değil, bütün yakın doğunun ve Avrupanın tarihine en büyük zararı vermiş oluruz" dedi.

"TÜRK SİNEMASI DOĞRU BİLGİ EDİNEMİYOR"
Türk sinemasının tarihi filmleri çevirirken birtakım bilgileri doğru edinme düzeyinde olmadığını söyleyen Ortaylı, "Sinemamızda eskilerin yetişmesini beklemek mümkün değildir. Bu sadece sinemacılarımızın yeteneği ve bilgi birikimlerinin değil, doğrudan doğruya Türk tarihinin Türk sanat tarihçiliğinin, merasimleri tanımayan, adetleri tanımayan, günlük hayatı sarayda ve dışarıda henüz tespit edemeyen Türk tarihçiliğinin de kabahatidir" diye konuştu.

Dönemin gerçeklerini anlatan tarihi kaynakların çoğunluğunun yabancılara ait olduğunu vurgulayan Ortaylı, "Büyük padişahlarımızı Harem'e kapattılar diyerek gürültü çıkartmanın bir anlamı yok. Harem büyük bir müessesedir. Sizin bildiğiniz gibi Harem değildir. Harem ön planda padişahın evidir. Harem Osmanlı cemiyetine kadın yetiştiren önemli bir kurumdur. Oradan çıkan kadınların çok azı padişahın karısı olmuştur. Onların çoğu devlet adamları için yetişen kadınlardır. Bu nedenle Harem'de önemli ve büyük bir eğitim veriliyor" dedi.

"HAREM'İ KİMSEYE TAVSİYE ETMEM"
"Muhteşem Yüzyıl" dizisindeki gibi harem ağalarının elinde kırbaçla Harem'e girmediğinin altını çizen Ortaylı, şöyle konuştu: "Harem'in inzibatı kalfalara ait. Mesela dizide padişah kadının yanağından öpüyor. Hiç gördünüz mü? Kendilerine göre tarih yazıyorlar. Buna etiket tarihi denir. Bunu tespit edebilmek için minyatür uzmanı olmak gerekir. Filmciler ezbere konuşuyor. Harem'de çok katı bir disiplin var. Harem'i kimseye tavsiye etmem. Zaman makinesiyle eskiye gitsem medresede yetişmeyi tercih ederdim."

Konuşmasında Kanuni'nin yaptığı eserlere de değinen Ortaylı şöyle konuştu:

"Keşke bu film için gösterilen hassasiyeti Süleymaniye Camisi için de gösterebilseydik. Belediye burada bir çalışma yapıyor. Ancak onları bu konuda yalnız bıraktık. Caminin tadilatını yakından görmedik. Hemşeri kitlesi belediyeye bir destek vermedi."

"ELEŞTİRENLER DAHA İYİSİNİ YAPMALI"
İstanbul İl Kültür ve Turizm Müdürü Ahmet Emre Bilgili ise, sempozyumun "Muhteşem Yüzyıl" dizisinden esinlenerek düzenlendiğini söyleyerek, "Olaya pozitif yönden bakmamız gerekli. Dizi başladıktan sonra çok eleştirildi. Bu da dizinin çok seyredilmesine sebep oldu. Tepkiler tabii ki olacak. Bu olay şunu ortaya koymalı; daha iyisini eleştirenler yapmalı. Madem eleştiriyoruz, katılmadığımız hususlar var, Kanuni Sultan Süleyman ve Hürrem Sultan bu değilse, harem dediğimiz eğitim kurumu sadece entrikalardan ibaret değilse, bunu böyle düşünenler daha büyük bir yapımla Kanuni'nin muhteşem dönemini ortaya koymalı" dedi.

Osmanlı'nın çok zengin bir yapıya sahip olduğunu belirten Bilgili, "Önemli olan bunların tarihi gerçeklere uygun düşmesi. Ancak benim üzüldüğüm bir şey var. Kanuni'nin bu muhteşem dönemini sadece diziden öğrenenler Kanuni Sultan Süleyman, Hürrem Sultan, Valide Sultan denince akla dizideki rol gelecek. Biz biliyoruz ki gerek Kanuni Sultan Süleyman, gerek Valide Sultan, Hürrem Sultan ve harem sadece bunlardan ibaret değil. Asıl yapılacak icraat bundan daha iyisini ortaya koymaktır" diye konuştu.

Özge Eğrikar - AHT
(Habertürk, 06.02.2011)

Osmanlı’da eğlence


Millet padişahların içki merakını yabancı gelinlere bağlamıştır. Dönemin bazı yazarlarının kaleme aldıkları bugünküleri de yanıltmaya devam ediyor. Bu bakımdan Halil İnalcık’ın eseri çok önemli ve doğru bir başlangıcı işaret ediyor.

Bir toplumda ziyafet, eğlence, dans ve zevk kaçınılmayan faaliyetlerdir. Zannetmeyin ki bu sadece belirgin düzeydeki bir topluma has istek ve hazdır. Ancak barbarlar bu eğlenceleri barbarca yapar, ortalık birbirine girer; medeni toplumlarda ve bilhassa yönetici çevrelerde ise eğlencenin, ziyafetin ve üzümün bulunduğu her yerde içildiği aşikâr şarabın; çok sıkı adap kuralları, tören, protokolla sınırlandığı açıktır. Sarhoşluk ve pespayeliğin bu meclislerde yeri yoktur. Hükümdar meclislerinde eğlence mutlaka musiki ve şiirle süslenir. Şark dünyasında ta firavunlardan beri bu gibi törenlerin kuralları vardır. Müslüman dünyada da bu kuralları ele alan kitaplar “Nasihatname” ve “Letâif” gibi eserler ve kullanılan fabller (Beydaba’nın Kelile ve Dimne’si ) İslamiyetten çok öncesine uzanan kaynaklardan gelir. Aşk edebiyatı olduğu kadar erotik edebiyata girebilecek “Binbir Gece Masalları” veya Hind’in “Kamasutrası”ndan gelen velev bozulmuş bir gelişmeyi temsil etse de “bahnameler” bu fasıldandır. Hind ve Sasani kaynakları geleneğin başında yer alır.

Osmanlı şiirini ortaya koyuyor
Bütün bu zenginlikten kim söz edecek ve kim bunları derleyip toplayacak? Tabii ki Halil İnalcık hocamız. Fars edebiyatı ve Osmanlı şiirine vukuf konusunda yeni nesillere örnek teşkil edecek bir çalışma “Has-Bağçede ‘Ayş u Tarab” İş Bankası Yayınları’ndan çıktı. Burada Halil hocanın İrani gelenek üzerinde onlarca klasik eseri ele aldığı ve İran Selçukluları ve Anadolu Selçukluları üzerinden Osmanlı dönemine uzandığı görülüyor. Hocamız hem Türk musiki tarihini, hem İran edebiyatını ve Osmanlı şiirini bütün örnekleriyle ortaya koymaktadır
.

Ta İran’da Keykaavus’un “Kaabusnamesi”nden 16. yüzyılın ironik üsluplu dahi yazarı Gelibolulu Mustafa Ali’nin “Mevaid’un nefais fi’l Kavaid’ul Mecalis/ Meclis Kaidelerinde Nefis Maddeler” başlıklı eserine kadar bir etiket ve kaide edebiyatı yorumlanıyor. Osmanlı hiç şüphe yok ki 15. yüzyılda Semerkant ve Buhara medreselerinin astronomi ile matematik ve coğrafya bilgisi gibi Timurlular dünyasının meclis kurallarını da izlemiş görünüyor. Bu tahmini delille beslemek uzun yıllar süren bir mesainin eseri olan bu kitapta görülür. Unutmayalım Hüseyin Baykara’nın meclislerindeki şiir ve edebiyat kültürü ve sıkı kurallara bağlı eğlence Osmanlı edebiyatında defaatla zikredilerek ve bir model olarak “Baykara Meclisleri” diye ele alınmıştır.

İçkiye düşkün olanlar vardıOsmanlı padişahlarının içinde II. Bayezid gibi sofu olanlar Sultan Reşat gibi beş vakit namaz kılanlar, Sultan Abdülhamit gibi içkiye belirli bir yaştan sonra hiç iltifat etmeyenler, Kanuni Sultan Süleyman ve Yavuz Selim gibi perhizkârlar vardır. Bu bir ailedir ve insan cemiyetidir. Hiç şüphesiz ki içkiye ve işrete düşkün olanlar da vardır ama her şeyin kuralı vardır. Mesela II. Murad’ın içki ve yemek düşkünü olduğu belirtiliyor, ama emperyal etiketin en çok bu devirde Şark edebiyatından tercümeler yoluyla öğrenildiği ve dikkat edildiği de görülüyor. Bu meclislere dair pespayelik olayları pek kulağa gelmemiştir.

Halk ve dindarlar hükümdarın içki içmesinden hoşlanmazdı, Halil hocanın işaret ettiği üzere; Selçuklu devrinde Kadı Tırmızi bir ara Bizans İmparatoru Laskaris’e sığınan I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in içki meclislerini bu Bizans’a sığınma döneminde edinilen bir kötü alışkanlık olarak tenkit ederdi. Millet padişahların içki merakını yabancı gelinlere bağlamıştır. Dönemin bazı yazarlarının kaleme aldıkları bugünküleri de yanıltmaya devam ediyor. Kimse bu işin arkasındaki edebiyat ve protokol düzenini merak edip incelemiyor. Bu bakımdan Halil İnalcık hocamızın bu eseri çok önemli ve doğru bir başlangıcı işaret ediyor. Edebiyat ve idare tarihçilerinin izlemesini umut ederim.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 13.02.2011)

İran ile ihtiyatlı yakınlık sürüyor


(Nakş-ı Cihan Meydanı / İran-İsfahan)

İran sıcak bir komşudur ve her an birlikte yaşamayı bilmek gerekir. Bugün de karşılıklı açılmanın yanı sıra her zamanki gibi ihtiyat da görülüyor.

İran devrimi 32’nci yaşını sürüyor. Bazı şeylerin bizim bildiğimiz eskiye göre değiştiğini kabul etmek gerekir. Daha ilk anda vizeler kalktı. 1986 eylülünde vizesiz olarak karayoluyla İran’a geçtiğim vakit, öbür tarafa gezmeye giden hoca ve talebe gibi grupların kaydedildiği bana hissettirilmişti. Yapacak bir şey yoktu; İran’a gitmemek gibi bir seçeneğim olamazdı.

O vakitler İran, Irak ile uzun bir savaşın içindeydi. Buna rağmen hayat daha canlıydı. Şah devrindeki şık hayat ortadan silinmişti. Gerçi o devirdeki kuzey Tahran yüksek toplumu görgüsüz veya sadece hırsız zenginlerden oluşuyor değildi. Yolsuzluk yaygın olsa da iktidar sahipleri ve onlara yakın olanlar eskiden beri hâkim olan zümreydi ve bir şıklık ortalıkta gezinirdi.

Bu tipleri 1979’dan sonra Avrupa ve Amerika’da da gördük. UNESCO’da küçük rütbeli çalışan mültecilerin içlerinde Rusça dahil iki-üç Avrupa dili bilenler vardı. Çok zevkli ve pahalı giyinirlerdi; güzel sanatların geliştiği bir ülkede, zengin koleksiyonlara sahiptiler. Bugün kendi ismi yeni rejim tarafından da affa uğrayan imparatoriçe Ferah Pehlevi böyle bir grupla birlikte Tahran’da “Ferc(Halı) müzesini kurmuş, zengin koleksiyonlar toplamış, Safevi ve Kaçar devri resimlerini toplayıp neşre başlamış ve kendi tarafından kurulan Pehlevi Vakfı eski yazmaları, abidelerin envanterini tespit etmeye, bunların ilmi yayınına ve ansiklopedik neşriyata girişmişti.

Şüphesiz ki güney Tahran sefalet içindeydi. Petrol zenginliği tüketime gidiyordu. Dehşet bir polis rejimi sürüyordu. Ama eğitim ve bilhassa yüksek tahsil ve doktora eğitimine verilen destek övünülecek düzeydeydi, İran bugün bile uzman malzemesi bakımından o günün mirasını yiyor. Ama öte tarafta geniş kitleler ortaçağ eğitimsizliği içindeydi.

Yatırımcılarımızın hayalleri iyi ama sonuç alamıyorlarYeni İran rejiminin bazı alanlarda İran’ın Ortadoğu’daki rolünü vurguladığına şüphe yok. Geniş ölçekli ilişkilere girişti. Yeni dönemde Türkiye ile ilişkileri de farklı safhalardan geçti. Hiç kimse 1979’dan bugüne kadar Türk-İran ilişkilerini aynı çizgi ve renk üzerinde yorumlayamaz. Karşılıklı açılmanın yanında her zaman çekince ve ihtiyat görünmektedir. Üstelik bu yaklaşımda tek taraf sorumlu tutulamaz.
(Şah Mescidi / İran-İsfahan)

Bugün İran ve Türk ticareti hemen hemen 10 milyar dolar civarındadır. Büyük kısmı gaz ve ham petrole dayanıyor ve tabii Türkiye için bilançoda olumsuz kapatım söz konusudur. Aşağı yukarı 25 yıldır Türk sanayici ve yatırımcıları bütün güçleriyle durumu tersine çevirmeye çabalıyor. Yatırımcılarımızın hamleleri kayda değer. Ama neticeyi değiştirmekte zorlanıyorlar.

Cumhurbaşkanımızın 13-16 Şubat’taki gezisi bir gerçeği ortaya çıkardı. Etkin politikada bazı verilerin değişmesi imkan sağlıyor. İran’la Türkiye’nin yüzde yüz beraber olduğunu söylemek hiçbir zaman mümkün değil. Fakat uluslararası alandaki yaklaşımları Türkiye’ye ister istemez söz hakkı kazandırıyor. Batı Avrupa’da ileri sürülen “Türkiye’nin eksen değiştirme politikası” İran’daki çevreler gözünde pek geçerli değil. Bu, yöneticiler kadar yönetilenler açısından da böyle. Dışişleri Bakanımız bunu önceki demeçlerinde açıkça belirtmişti. Artık dönem gerçekten de eksen politikasının değil durumu değerlendirmenin zamanıdır, galiba öyle de yapılıyor.

14 Şubat’ta Tahran, Mısır’a destek mitingi ile sarsıldı. Hükümetin düzenlediği bir gösteri değildi. Bu farklılıklar İran için önemli ve gözlemlenen oydu ki, göstericiler rahatsız edici biçimde sınırı aştılar.

Cumhurbaşkanımızın resmi gezisi sırasında kalabalık kitleler başkanı ve heyetini büyük tezahüratla karşıladılar; “Yaşasın Türkiye” sedaları bütün protokol kaidelerini alt üst etti. Kalabalık muhteşemdi. İran sıcak bir komşudur ve her an birlikte yaşamayı bilmek gerekir. Bunu siyasi ve iktisadi alanda olduğu kadar kültürel alanda da gözlemek mümkün.

Hoş görünümlü, romantik şehirİsfahan’ı Şah zamanından hatırlayanlar bu şehre hususi önem verildiğini, hatta 1960’larda eski bir kervansarayın ve kışlanın tadiliyle inşa edilen otelin, o dönemin İran’ı ve hatta Türkiye taşrası için dahi lüks sayılacağını bilirler. Geçen dönemde şehre bir durgunluk çökmüştü, son yıllarda turizmin belirli ölçüde artmasıyla İsfahan yine canlanmaya başladı.

Bir şeyi takdir etmek lazım; İran yönetimi ve halk, İsfahan ve Yezd gibi geleneksel şehirlerin tarihi yapısını ve çevreyi korumakta son derece başarılı ve hassas hareket ediyor. İsfahan’da gökdelen yok, müsaade edilmiyor. Yapımı denendi fakat yıkıldı. Üzerinde ısrarla durulan nokta, sadece şehirdeki abidelerin değil, civardaki tepelerin dahi profiline dikkat edilmesidir.

İsfahan her zaman hoş görünümlü, romantik bir şehir. 17’nci asrın Nakş-ı Cihan meydanı ve üstündeki Mescid-i Şah, Molla Lutfullah Camii, Âli-Kapı yani (Bab-ı Âli binası), Kayseriye Çarşısı gibi yerler dışında biraz ötedeki Selçuklu döneminin ünlü Mescid-i Cuma’sı ve civarındaki eski mahalle bile mütevazı ölçüleri içinde korunuyor. Cumhurbaşkanlık heyeti bunu herhalde dikkate aldı. 17’nci asırdan beri buraya yerleşen Kayserililerin iktisadi başarıları malum, ama eski Kayseri’nin İsfahan kadar korunamadığını bizim nesil çok iyi bilir.

Ülkenin en seçkin mutfağıSon durak Tebriz’di. Tebriz; İran İlhanlı devletinin ve İlhanlı Moğollarından sonra Türk devletlerinin başkentidir. Tebriz’den başkenti İsfahan’a nakleden Safevilerdir. Bütün bunlara rağmen kuzeydeki Azerbaycan eyaletinin başkenti hep Tebriz kaldı. Soğuk, sert iklimine rağmen Tebriz, 13’üncü asırdan beri en iyi mimarların, nakkaşların bugün de İran’ın en seçkin mutfağının bulunduğu şehirdir.

Tebriz, Azer Türkçesi konuşur. Şehriyar gibi büyük bir Türk şairinin ülkesidir ve şehirde 400 tane büyük şairin gömülü olduğu “Şairler Anıt Mezarı” vardır. Tebriz aydınlarının yani güney Azerbaycan’ın kuzey Azerbaycan’a göre bir üstün tarafı vardır. İran’a sahip çıkarlar. Farsçayı çok iyi bilirler. Ama kendi Türkçelerini de o derece de iyi kullanırlar ve kendi aralarında onu konuşurlar. Fars kültürü onlara hâkim olmuştur. Ama onlar kendi Türkçelerini de korudukları için Fars ülkesine hâkim olmuşlardır.

Azerbaycan mıntıkasında Türkiye’nin yatırımları artıyor, bu bölgenin aydınları yanında fevkalade etkin bir işadamı zümresi de vardır. İçlerinde Ali Polat gibi duayen işadamlarının İran ve Türk kültürüne de uzman derecede vâkıf oldukları görülür. Tebriz’in aydınları ile görüşmek insana haz veren bir imtiyazdır. Lakin şehirde İsfahan ve Yezd’in aksine imar düzeninde bir düzensizlik gözleniyor. Yapılaşma pahalıdır ve öbür şehirler gibi ne çağdaşlığa ne de gelenekselliğe dikkat edilmediği anlaşılıyor.

Tebriz siyasi atmosferin yüksek olduğu bir şehirdir. Başta Seyyid Ahmed Kesrevi olmak üzere çağdaş İran tarihinin bütün önemli devrimcileri bu bölgeden çıkmıştır. 1905 meşrutiyet devrimi burada başladığı gibi 1979-80 devrimi de burada patlamıştır. Bununla birlikte Tebriz’in iktisadi vaziyeti bugün diğer büyük şehirlerin gerisinde kalmış gibi görünüyor; rakamlar da bunu doğrulamaktadır.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 20.02.2011)

Baskıcı liderler ve oğulları

Arap liderlerinin oğulları genellikle yeteneksiz, mutsuz ve kendileri için yaşıyor. Bunlar yolsuzluk yapmak isteyenler için de kolay av olur.

Arap dünyasında cumhuriyetçileri sukutuhayale uğratan bir yapılanma vardır. Bir zamanların Lübnan’ı etnik gruplara dayalı, demokrasisini oldukça düzgün götüren, müreffeh bir ülkeydi. Kıyamet koptu, halen de eskiyi arayan bir yapı var. Geriye Arap dünyasının monarşi ile yönetilen bir devletler kalabalığı kaldı.

Buralarda alışılmış batı demokrasi sisteminin işlemez, siyasi partiler ya bulunmaz veya göstermeliktir. Sivil toplum kuruluşları monarşinin seçkinlerinin kontrolünde. Lakin hukuk devleti esaslarının oturmadığı monarşi toplumlarında inkar edilemeyecek bir yapılanma var: Kanun...

Kanun, dini kural ve adetlerin getirdiği mekanizmalar halinde işliyor. Suudi Arabistan’da birinin evine polis girmesi çok zor ve istisnai kararlara dayanabilir. Kabileler ve etnik gruplar arasındaki dengenin gözetildiği Ürdün’de bazı koruma mekanizmalarının ihlali söz konusu değil. Körfez şeyhliklerinde dahi dikkat edilen kurallar ve gelenekler var. Maalesef halk idaresi denen Arap devletlerinde liderlerin üzerinde hukuki ve mali hiçbir endişe yok. Fert hayatına ve hürriyetlerine, daha doğrusu temel var olma haklarına saygı göstermeleri söz konusu değil.

En olumsuz örnek Saddam’ın oğullarıydı. Kaddafi’nin oğlu Mutassım petrol idaresinden üç yıl evvel kendi adına 1,2 milyar dolar istemiş. Babası hayır dememişse alır. Zaten petrol gelirlerini lider idare eder. Büyük oğlu Seyfülislam da sınırsız para harcıyormuş ve geçenlerdeki nutkundan anlaşılıyor ki iç harbi yönetmeye hazır. Doğu Libya’ya sevk edilen Afrika’dan getirilme lejyonerleri diğer oğul Hamis idare ediyor
.

Aile üyelerinin hakimiyeti, monarşilerdeki prens ve prenseslere benzemiyor. Çünkü oralarda hükümdar çocuklarının devlet adamları ve halkla olan münasebeti, bununla ilgili protokol konumları belli. Halk cumhuriyetlerinde ise devleti yöneten bakan ve memurlar çok kere çocukların baskısına da uğruyor. Asıl hazin olan, birtakım çıkar gruplarının prensleri ve damatları ticari ilişkilerin içine kanunsuz olarak çekmeye çalışmaları...
Monarşilerde hükümdar aşiret ve oymaklara hesap verirMısır diktatörü Hüsnü Mübarek’in oğlu Cemal ilk anda ülkesini terk etti; anlaşılan pek ısınmadığı pozisyondan dolayı ailesinin ve kendi başının derde girmesini hiç istemiyor. Sokaktaki insanın onun için kanaat ise şu: “Babasının oğlu olmaktan başka önemli bir kusuru olduğu söylenemez.”

Turgenyev’in babaları ve oğulları arasında beşeriyetin çelişkilerinden doğan bir çatışma var. Arap liderlerinin oğulları ise genelde yeteneksiz, mutsuz ve kendileri için yaşıyor. Suriye devlet başkanı Hafız Esad’ın büyük oğlu babasının halefi olarak yetiştirildi, yetkilerine tecavüz eden istihbarat şefi amcası Rıfat ile sık sık çatışmaya düştüğü söyleniyordu. Babanın beklenmeyen ölümü ile Suriye’nin bugünkü devlet başkanı iktidara geldi. BAAS partisinin iki grubu arasındaki sürtüşme devam ediyor. İyi niyetli Beşar Esad’ın durumu bu yüzden pek zor.

Arap monarşilerinde aşiret var; aşiretin içinde de “hay”lar yani oymaklar var. Hükümdarın bunlara karşı hesap verme durumu söz konusu. Hükümdarın mutlak hakimiyetini sınırlayan unsurlardan birisi, hükümdar ailesinin genç üyeleri veliaht ve prensler için de söz konusu. Hiçbiri tahtın karşısında şımartılmış çocuk rolü oynayamaz.

Ensesi kalın bir zümre olursa satrancın kurallarına uyulurMaalesef Arap dünyasında cumhuriyetçi diktatörler benzer bir mekanizmayı geliştirebilmiş değil. Reform için zaman gerekiyor. İşadamları ve sanayici gibi ensesi kalın bir zümre -buna isterseniz burjuvazi de diyebilirsiniz- yok. Böyle bir zümre sermayenin devletle olan ilişkilerinde herkesin satrancı kurallara göre oynamasını düzenler. Ama ortada ağırlığı olan bir sınıf yoksa herkes kendi gemisini kurtarır.

Yolsuzluğu götürenler bilhassa devrimin ilk yıllarında lidere sokulamazlar. Ama kısa zaman sonra yaşı büyüyen, aklı pek o kadar gelişemeyen liderin oğulları avlanır ve onların aracılığıyla rüşvet ve yolsuzluk olayları büyümeye başlar.

Toplumsal değişme ve hukuk düzeni kolay kurulamıyor fakat bu kurulamayacak demek değil. Dünyanın her köşesinde birbirinden farklı toplumlar var, aralarında eşitlik ve paralellik olacağını düşünmek beyhude. Ama Ortadoğu toplumlarının uzun geçmişlerine, aşiret toplumlarının kendi içindeki geleneklerine ve bir asırdır filizlenen modern aydın takımına güvenerek bazı gelişmelerin mümkün olacağını pekala ümit edebiliriz.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 27.02.2011)

Prizren’de yaşayan Osmanlı

Kosova’daki Prizren, ülkenin asıl tarihi merkezidir. Osmanlı’yı da en çok yaşatan şehirlerden...

Dünyada küçük devletler vardır ve bu küçük devletlerin özellikle etnik problemleri, kendi hacimlerinin on hatta yüz misli olanlarınkiyle mukayese edilemeyecek kadar devasadır. Eski Yugoslavya’dan kopan muhtar cumhuriyet değil fahri bölge Kosova bunun en tipik örneğidir. Bir bakıma sorunu Kıbrıs gibi iki etnik grup arasındaki çatışmadan ibaret de değildir. Kosova eski Yugoslavya’nın Arnavutluk’uydu. Kosova’da Arnavutlar büyük çoğunluğu oluşturuyor. İki milyon dense de daha az görünen toplam nüfusun yüzde 90’a yakını Arnavutlar; başkent Priştine Osmanlı devrinin en önemli merkezi değildi, asıl tarihi merkez Kosova’nın güneyinde kalan Prizren.

Kosova şu sıralar BM ve Avrupa Konseyi’nin gözetiminde nüfus sayımına hazırlanıyor. 11 bin km2 yüzölçümü üzerindeki Sırplar nüfuslarının 200 bin olduğunu iddia ediyor; muhtemelen “idi” demek lazım. Çünkü Kosova’da mesken ve toprak çok pahalı, huzuru kaçan Sırplar satıp savıp gitmişler. Bugünkü nüfusları bunun çok altında ve o yüzden de sayıma katılmıyorlar.

1389’da Kosova Savaşı olduğunda tarihin nasıl değişeceğini Sultan Murad-ı Hüdavendigar biliyor muydu acaba? Arnavut nüfusu dağlara itilen ve Slavlaşan Kosova o tarihten sonra tekrar ve hızla Arnavutlaştı. 1911’de Sultan Reşad Han isyan halindeki Arnavutları teskin için ünlü Rumeli seyahatini yaptığında; Kosova sahrasında Sultan Murad’ın türbesinin olduğu yerde cuma namazı tertiplendi. Bu olayın fotoğrafları sergileniyor. Bütün ova binlerce Arnavutla dolu, isyanı bu ziyaret durdurmaya yetmiş.

Modern Arnavutluk tarihi bilinmez bilinenlerle dolu; 1878’de Prizren’de şehrin ortasında Bayraktar Camii’nin yanındaki küçük binada bağımsızlık bildirgesi okunduğunda etrafta kaç yüz kişi vardı, bilinmiyor. Arnavut bağımsızlığı, 1878’de Rumeli’yi kaybetme tehlikesi olan imparatorlukta, Arnavutların Slav ve Helen denizi ortasında ezilmemek için başvurdukları bir politikaydı. Bazı tarihçilerin bulgusuna göre Sultan Abdülhamid böyle bir harekete Slavların baskısına karşı destek olmayı bile tercih etmiştir. Ve o sayede de durumun çıkmazını anlayan Bismark, Ayastefanos’u canıgönülden reddederek yeni bir anlaşma için Berlin Kongresi’ni toplamıştır. 1912-13’te de aynı şey oldu. Arnavutluk, etrafındaki dünyadan Osmanlı Türkü çekilince kurtuluşu bağımsızlığını ilan etmekte buldu.

20’yi aşkın tekke, cami ve hamam kalıntısı var

Prizren Balkanlar’da Osmanlı dönemini en çok yaşatan şehirlerden. Bir köşede Sırpların Syyeti Yorgi Katedrali var; son çatışmada Arnavutlar onu yıktı ve şimdi Milletlerarası Lig onu tekrar inşa ettirdi, tabii masraf Kosova hükümetinden. Şadırvan meydanının etrafındaki bir diğer önemli anıt, Sinan Paşa Camii, TİKA restore ediyor. Müteahhit işi bitirmeden gitmiş. Binanın kapalı kalması hiç de hoş dedikodulara sebep vermiyor. Bilhassa Balkanlar’da bu gibi işler sözde bildiklerimize değil ehline verilmeli.

Prizren’in bir köşesinde de Katolik kilisesi var. Şadırvan meydanı Prizren’in (Osmanlı’nın deyişiyle Pürzerrin) hep ana meydanı. Şehir 20’yi aşkın cami, tekke ve hamam kalıntılarıyla ve laik Müslüman tarzıyla devam ediyor.

Kosnik ve Pastrik dağları eteklerindeki Prizren yakınındaki İpek ile Osmanlı tarihinin bir ifadesi. Sokullu Mehmed Paşa kardeşini Sırp kilisesinin başına patrik tayin ederek makamı için de İpek’i seçmiş, mümin bir Müslüman olmuştu. 18’inci yüzyılda İpek Sırpların dini merkezi olmaktan çıktı çünkü bağımsız Sırp kilisesi tekrar lağvedilip Rum Patrikhanesi’ne bağlandı. Zaten şehir İslamlaşmıştı. Milli şairimiz Mehmet Akif ’in de doğum yeridir.

Kosova’da Türkolojinin iki hizmetkarı var; Prof. Tacida ve Prof. Nimettullah Hafız. 10 yıldır faaliyette bulunan bir Türkoloji merkezi var ve beşinci kongrelerini topladılar. Bölgede Türk nüfus yüzde 1,5; Prizren civarındaki Mamuşa şehri 5 bin kadar Türkün yaşadığı tek Türk belediyesi. Lise binasını Küçükçekmece Belediyesi yaptırmış. Bu tip küçük Balkan belediyeleri için kardeş şehir uygulaması yararlı.

Barış Balkanlar için tek çıkış yol çünkü ekonomik ilişkileri ve zenginliği de beraberinde getiriyor.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 17.04.2011)

“Çılgın proje”nin kanalı

Mesafeyi kısaltacak değil, İstanbul Boğazı’nı ve yarımadasını kurtaracak bir teşebbüs. Geçişi tehlike teşkil eden bütün gemilerin yasaklanması için bir alternatif şart

Tarih, deniz ve nehirlere müdahale ederek kıtalararası mesafeyi kısaltan kanal projeleriyle doludur. Hiç kuşkusuz bukanalların gerçekleştirilmesi büyük ölçüde ucuz insan emeğinin istismarına dayalı mühendislik tekniklerinin geliştiği 19’uncu asra aittir. Son 50 yılda tünel ve kanal kazma teknolojisi araçların gelişmesi dolayısıyla mükemmelleşti.

Güçlü, genç ve moron işçiler...

Süveyş Kanalı’ndan çok eskiden beri bahsedilirdi. Ama bu Ferdinand de Lesseps’in (1805-1894) dehasının ve gayretinin sayesinde ancak 1869’da gerçekleşti. Kanalın açılışı siyasi ve kültürel bir olaydı. Mısır Hidivi açılış için Kahire operasını da yaptırdı, Giuseppe Verdi’ye bir opera ısmarladı; açılışa yetişemediyse de ünlü “Aida” operası ortaya çıkmış oldu. Bütün devlet reisleri Mısır’a açılışa koştu. Fransa İmparatoru’nu, İmparatoriçe Eugenie temsil ediyordu, giderken İstanbul’a uğrayıp Sultan Abdülaziz’e dedikodulu bir ziyaret yaptı. 163 kilometre uzunluğunda binlerce fellahın ölümüne mal olan kanal Uzakdoğu ve Avrupa deniz yolculuğunu üçte iki nispetinde kısalttı ve kanalın hisse senetlerini ani bir kararla Britanya’nın ünlü başvekili Benjamin Disraeli aldı. Fransız teşebbüsü daha başından Britanya’nın eline geçmişti.

Ferdinand de Lesseps’in ikinci projesi Panama Kanalı onun eliyle gerçekleşemedi. 30 bine yakın işçi hastalıktan kırılmıştı. İleride Amerika bu projeyi ele alarak 1914’te tamamladı. Osmanlı’nın daha 16’ncı asırdaki Süveyş deneyimi akamete uğramıştır. İleri görüşlü Sokullu, Volga Nehri’ni bir kanalla Don Nehri’ne bağlamak istedi. Orta Asya’yı ve Volga boyu Altınordu hanlıklarını kontrol edecek, Rusya’yı kıstıracaktı; ne yazık ki o kanal yeniçeri istihkam birlikleri ve bölgeden devşirme işçilerle tamamlanacak gibi değildi, teşebbüs fazla ilerleyemedi ve bırakıldı. Aradan 500 sene geçti, Çarlık Rusyası da bu işi beceremedi. Stalin Rusya’sı neredeyse 16 yıl boyu bu büyük projeyi gerçekleştirmek için didindi. Siyasi mahkumlar kullanıldı. O günlerde mahalli yöneticiler kanalın bütünündeki çalışmalar için daha çok “halk düşmanı” talep ediyordu. Savaşın sonundaki dirilme döneminde Volga-Don kanalı zaferle açıldı, kim ne derse desin büyük başarıdır.

İngiltere ve bilhassa onu izleyen Almanya 19’uncu asırda birbirine yakın nehirleri kanallarla bağlamakta ustaydılar. 18’inci asır sonu ve 19’uncu asır başındaki iptidai kazı teknolojisi daha çok kuvvetli insanların emeğine dayanıyordu. Şöyle bir gazete ilanı normal karşılanıyordu: “Güçlü, genç ve moron işçi aranıyor. Ücret tatmin edicidir.” Almanya üstelik kanalları demiryollarıyla da bağladı, idari, askeri ve endüstriyel yönden bütünleşmiş bir ulaşım sisteminin nasıl bir zenginlik ve kuvvet yaratacağına kanallar inşası en iyi örnektir.

Celal Şengör jeolojik açıdan onayladı

Son çıkan “çılgın proje” Marmara ile Karadeniz arasında Silivri’den veya Çatalca’dan geçecek bir kanalı ön görüyor. 40 kilometrelik bu kanal jeolojik yönden Celal Şengör hocanın tasvibini aldı. Aslında mesafeyi kısaltacak bir kanal değil, İstanbul Boğazı’nı ve yarımadasını kurtarması beklenen bir teşebbüs. Boğazdan geçişi tehlike teşkil eden bütün gemilerin yasaklanması için bir alternatif lazım. Bu şimdiki suyolunun yakın çevresi yoğun yerleşmeden uzak tutulursa Akdeniz ve Karadeniz daha güvenlikli bir biçimde birbirine bağlanmış olur.

Galiba projenin üzerinde daha etraflıca durarak ve düşünerek eleştirmek lazım. Hacettepe Üniversitesi’nin Marmara akıntılarını ve İzmit Körfezi’ni ele alan endişeleri cevaplandırılmalıdır. Hiç kuşkusuz İstanbul’daki yerleşimin Trakya’ya doğru büyümesi gibi bir olay kaçınılmaz olacak, zira Trakya bu suyolu ile dış dünyaya daha kolay bağlanacak.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 01.05.2011)

İlber Ortaylı: Defterimden Portreler Tarihten ve Günümüzden

Haberini aldığımda heyecanlandığım bir kitabı sizlerle paylaşmak istiyorum. Bugün satışa çıktı, arşivlik değerde. İlber Ortaylı hoca not defterini paylaşıyor bizlerle. Tanıdıklarını, okuduklarını ve hocalarını aktarıyor. Kısacası tüm birikiminden kısa parçaları kitaba döküyor.

***

TARİHTEN...
SEZAR, İMPARATOR AUGUSTUS, FATİH SULTAN MEHMED, YAVUZ SULTAN SELİM, V. ŞARL, KANUNİ VE HÜRREM, MİMAR SİNAN, EVLİYA ÇELEBİ, BEETHOVEN, KÖSEM SULTAN, III. SELİM, ÇARİÇE II. KATERİNA, KAVALALI MEHMET ALİ PAŞA, TOLSTOY, PUŞKİN, II. ABDÜLHAMİD...

GÜNÜMÜZDEN...
LATİFE HANIM, KAZIM KARABEKİR, OSMAN ERTUĞRUL EFENDİ, NESLİŞAH SULTAN, MEHMED AKİF ERSOY, BÜLENT ECEVİT, CEMİL MERİÇ, HALİL İNALCIK, İSMAİL CEM, RECEP YAZICIOĞLU, YAHYA KEMAL, ATTİLÂ İLHAN, HÜSEYİN HATEMİ, YILMAZ ÖZTUNA, REŞAD EKREM KOÇU, IRENE MELIKOFF, OKTAY ASLANAPA, ÖZDEMİR İNCE, SUREYYA FARUKİ...

Türkiye'nin önde gelen tarihçilerinden İlber Ortaylı bu sefer defterini okurlarıyla paylaşıyor. Okuduklarını, tanıdıklarını, hocalarını kendi gözünden okuyucularıyla paylaşıyor. Tarihe yön veren kişiler, günümüzün tanınan, tartışılan, konuşulan isimleri Ortaylı'nın kaleminden yeniden canlanıyor.

"Her zaman portre kaleme almayı sevdim. Portre çizmek başlı başına bir sanattır. Ayrıntılı bilgilerle çizilen büyük tarihi portreler bizde mevcut değil. Sebebi açık, sanatçı değiliz. Bir tarihi kişiliği çizmek için her şeyden evvel edebiyatçı olmak, öyle bir gelenekten gelmek lazım. Bu nedenle benim girişimim bir eskizdir, okuyucunun tepkisini ve ilgisini bekliyorum."
İLBER ORTAYLI

Avrupa’nın kapısını çalıyoruz

AB dışında yeni oluşumlar beklenebilir, hazırlıklı olalım

80’lerin başında İtalyan sosyalist senatörlerden eski bakan Tuglia RomagnoliFransa, Almanya ile birlikte AB macerası yaşayacağına İtalya’yı yanına alır, Türkiye ve İspanya’nın katıldığı blok etrafında Kuzey Akdeniz ekonomik birliği yaratabilir, daha mükemmel olur” demişti. İtalyan politikacıları Avrupa’nın en çok etrafı gözleyen, gidişatı hisseden sınıfıdır. 30 sene evvel benim candan dinlediğim bu konuşma o zaman için belki henüz bir hayaldi, bugün gerçektir. Çünkü her şeye rağmen senatör Romagnoli’nin sözünü ettiği ülkeler teknik gelişmeler gösterdiler. İspanya’nın Bask ve Katalunya çevresi sanayiyi yenileyebildi. Türkiye önemli atılımlar yaptı. İtalyan sanayii zorluklarına rağmen birçok alanda öncülüğünü koruyabiliyor.

Türkiye ile birlik İtalyan çevrelerde daha çok telaffuz ediliyor. Bu birliktelik için Türkiye’yi bilgisizlik ve önyargılar denizinin dışında mütalaa eden ve bazı konulara cesurca değinen Ankara’daki İtalya eski büyükelçisi Carlo Marsili’dir. Daha evvel “Türkiye Avrupa’da mı? Evet” başlıklı risalesinden tanınan Marsili şimdi İtalya’da çok daha geniş bir taraftar kitlesine sahip. Çünkü İtalyanlar birçok yönleriyle partizan Avrupalılardan sayılmazlar. Çağdaş Avrupa medeniyetini kuran bu memleket tarihteki genel özelliği gerçekçiliği her zaman koruyor. Nitekim Carlo Marsili artık kitap yazmaya teşvik ediliyor ve bu kitap yani “Türkiye Kapıyı çalıyor, La Turchia bussa alla porta” politik ve akademik çevrelerde ilgiyle karşılanıyor.

“İstanbul, İslam burjuvazisi için merkezi bir role sahip”

Geçenlerde Roma’da senatoda önde gelen politikacıların tertiplediği ve Roma büyükelçimiz Hakkı Akil ve Vatikan büyükelçimiz Kenan Gürsoy’un da katıldığı bir toplantıyla kitabı basına ve kamuoyuna tanıtıldı. Senator başkan yardımcısı Emma Benino’nun yaptığı konuşma çok ilginçti: “Sağda ve soldaki yüzeysel popülist değerlendirmelerin dışında Türkiye’nin yaptığı atılımlar ve sağlam yapısının iktisadi bünyesini dikkate almamız lazım. Bu kitap bu açıdan önemli bir başlangıçtır.” Türk-İtalyan senatorler grubu başta Paulo Amato ve İtalyan dış politikasının kıdemli isimleri de benzer şeyleri söylediler. Sokaktaki kamuoyu araştırmaları henüz Türkiye hakkında yeterli bilgi içermiyor, belki de hiçbir zaman içermeyecek ama politikacı ve akademik çevreler değişmeye başladı.

Carlo Marsili, Türkiye için “Müslüman çoğunluğun laikleşmiş bir demokrasisidir. Hiç kuşkusuz ki Kemalist devrimin getirdikleri tepkisiz kalmadı. Ama Türkiye yolunda gidiyor. Londra, Paris ve New York 19’uncu asırda nasıl merkezi bir rol oynamışsa bugün İstanbul İslam dünyasının burjuvaları için aynı rolü oynuyor. Diğer taraftan Türkiye AB ile olan ilişkilerini halen ciddiyetle sabırla götürüyor” diyor.

Hiç kuşkusuz ki bugünün Türkiyesi’nde kamuoyunun Avrupa’ya desteği yüzde 30’lara düştü. Avrupa’da da alışılmış AB sadece devlet adamlarının ve mali çevrelerin beyninde değil, halkın önünde de teşvik tahtasına yatırılıyor. Görülen o ki, yeni oluşumlar beklenmeli, hazırlıklı olunmalı ve büyükelçi Marsili’nin bu kitabında yaptığı gibi ciddi tartışmalar gündeme gelmelidir.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 08.05.2011)

Kıbrıs’taki sorunlar

Kötü politikacı, kötü bir büyücü çırağı gibi çozülmez sorunlar yaratır

Ben 1970’lerden önce adaya gitmedim, fakat Ankara’da okuduğum okullarda Kıbrıslı arkadaşlarım vardı. Bütün taşradan gelenler gibi içlerine kapanıktılar, ilk anda başkalarının arasına kolay karışmıyorlardı ama dost olduğumuzda bu buzlar çok çabuk eriyordu ve hayatımız boyunca devam eden Mülkiye arkadaşlığı kaldı. Kendilerine özgü şivelerini kullanırlardı. Ama okul bittiğinde ve Türkiye’deki oturma uzadıkça İstanbul şivesini de kusursuz benimsediler.
Perşembe akşamı gene Kıbrıs televizyonunda bir program seyrettim. Konu hassastı, adaya gelip yerleşen Türkiyelilerle yerli Kıbrıslılar arasında artık herkese malum gerilim söz konusuydu. Londra ve Zürih antlaşmalarıyla kurulan Kıbrıs cumhuriyetinin ne iki toplumlu statüsü ne de bayrağı benimsenmiştir. Bu bayrağı hararetli biçimde sallayarak meydana dökülenleri dinlemek istedim. Konuşmacı bütün Kıbrıslıların yakından bildiği öğretmen kökenli bir Kıbrıs Türk aydınıdır. Tartışmadaki muhatabı Kıbrıs’ın tarihe geçen şehitlerinden Ecved Yusuf’un oğluydu. Konuşma Türkiyelilerin Kıbrıslılarla olan sorunları üzerineydi.

Kıbrıs’ta yaptığımız hataları Kafkasya'da da tekrarlıyoruz

Şu noktayı belirtmem gerekir. Öğretmenin Türkçeyi kullanımı ve ifade gücü Türkiye’deki öğretmenlerin çoğunda rastlanmayacak kadar mükemmele yakındı.

Kıbrıslılar laik tavırlıdır; Toroslardan 16. yüzyılda adaya yerleştirilen Türkmenlerin çocukları ve torunlarıdırlar. Din konusundaki tutumları daha özgürce ve belki de daha az bilgililer. Gerilimin nedenleri 1974’ten sonraki iskan politikalarında ve adayı ziyaret edenlerin dikkatsiz tutumlarında aranmalı.

II. Cihan Harbi’nde Britanya adalarına konuşlandırılan müttefik Amerikan kuvvetlerine İngilizler ve İskoçlarla nasıl temas edeceklerini öğreten talimatname kitabını okudum. İlginçti, dikkatli davranış ve üslup tavsiye ediyor ve bilgilendiriyordu; oysa ben Kıbrıs’a gidenler için böyle bir talimname hazırlandığını hatırlamıyorum.

Çağımız Türk bürokrasisinin laubalilik ve yalapşap iş görme sorunları ve yüzeyden tedbirler almak, baştan savma iş görmek alışkanlığı malum. Politika ise gerçekten zor ve yaratıcı bir sanat; kötü politikacı ise kötü bir büyücü çırağı gibi onulmaz sorunlar yaratıyor. Kültürel birlik içinde olduğumuz Kıbrısla Avusturya-Almanya ikileminden daha sorunlu bir ortama girdik ve benzer hataları Kafkasya’da da tekrarlıyoruz. Sorunları sadece bayraklı sokağa çıkan ve nahoş sloganlar atanlarda aramamak lazım.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 08.05.2011)

Hanedanın büyük kabusu


Geçen hafta, II. Osman’ın katledilişinin ölüm yıldönümüydü. Onunki gibisi bir daha yaşanmasa da tahttan indirilme korkusu ondan sonraki tüm padişahları etkiledi.

II. Osman veya Genç Osman 19 yıllık kısa ömrüyle Osmanlı tahtının en genç padişahıdır. Dramatik ve utanç verici bir olayla tahtı ve hayatını kaybetti. 19 Mayıs’ta payitahtın çığırından çıkmış yeniçerileri ve sipahileri, önlerinde gayri memnun ulema ile saraya saldırdı.

Genç padişah bu hassas anda bile inadından vazgeçemedi. Genç insan en dürüst, en idealist ve en inatçı zamanlarını yaşıyordu. Tahtını önünde durulmaz bir iktidar anıtı olarak görüyordu.
II. Osman zamanın getirdiği tecrübeleri yaşayacak, hamlığını düzeltecek, aşınmalara uğrayacak kadar yaşayamadı.

15 Kasım 1603’te genç padişah I. Ahmed’in Kösem Sultan’dan evvelki hasekisi Mahferuz’un oğlu olarak dünyaya geldi. I. Ahmed öldüğünde üç aylık bir süre için amcası I. Mustafa tahta çıkmıştı. Osmanlı hanedanının deli denebilecek dimağ hastası tek üyesi budur, öbürleri yakıştırmadır. Nihayet şeyhülislam Esad Efendi’nin fetvası ile sadaret kaymakamı Sofu Mehmet Paşa’nın onay ve talebiyle 26 Şubat günü 1618’de 14,5 yaşındaki padişah tahta oturdu.

Sır saklamayı beceremedi

Genç ve zekiydi, birçok yetişkinin fark etmediği şeylerin kokusunu alıyordu, bazı şeylerin değişmesi gerektiğini anlamıştı. Haremin yapısından, saltanat veraseti sisteminden rahatsızlık duyduğu açıktı. Asıl önemlisi, imparatorluğu zaferlerden zafere götüren kapıkulu askerinin yani yeniçeriler ve sipahilerin artık çürümeye başladığının farkındaydı.

Kanuni’den sonraki yazarların hepsinde bozulan kurumlar söz konusu olmuştur. 16’ncı asrın Mustafa Ali’si, Peçevi daha sonra Selaniki, Koçi Bey gibileri... Genç padişah bazı çağdaşı vakanüvislerin ve bugün bizim çağdaşımız olan bazı ezbercilerin aksine ortalığı koklamayı biliyordu. Bilmediği şey ise davranış, gizli plan, adamlarını tanıyıp örgütleme ve uygun zamanı kollamaktı.

Dört yıllık saltanatının içine çok şey sığdırdı. Lehistan’la savaş, mali reform denemeleri, boşalan hazineyi doldurmak için bazı tedbirler... Ama asıl önemlisi; kapıkulu sınıfını ortadan kaldırmak ve bunun yerine Anadolu’dan asker toplamak için hiçbir padişahın yapmadığı bir işe sözde niyetlendi, Hacc’a gitmek fikri anında ortalığı karıştırdı. Bu sırrı saklamayı bilmemişti.

Evliya Çelebi’ye sansür girişimi!

Padişahın Lehistan’da başlattığı Hotin Seferi bir yenilgi değildi fakat bir nafilelikti. Uçsuz bucaksız coğrafyada, kuzeyin çölü sayılan steplerde hiçbir zafer ve seferin kesin netice sağlaması mümkün değildir. II. Osman kendine yazılan kasidelere rağmen bir tarafın şiddetli hücumuna maruz kaldı. İsrafa karşı tevazuu ve sade giyimi denedi; birtakım sivriler kendisine “Padişahlık böyle mi olur? Bu adeta Osman Çelebi” dediler.

16 Mayıs 1622’de, 17’nci asır tipi ayaklanmalardan biriyle karşı karşıyaydı; kul taifesine kellelerini istedikleri şeyhülislam Ömer Efendi, defterdar ve etrafındakilerin hiçbirini teslim etmedi. Ayak divanınında karşısına çıkanları hapsettirdi. Sonuç hazindir, tahttan indirildi. Rezilane bir nümayiş ile beygir üzerinde Yedikule’ye götürdüler, katlettiler ve hükümdarlık iffetini ayaklar altına aldılar. Evliya Çelebi’de tasvir edilen bu sahneleri 20’nci yüzyılın milliyetçi tarihçisi Necip Asım o sayfayı yırtarak örtmeye kalktı. Oysa güneş balçıkla sıvanır da tarihi gerçek gizlenemez.

II. Osman’ın hazin akıbeti Osmanlı hanedanının bütün üyelerinin kâbusudur. Padişah Genç Osman’ın uğradığı hal vakası gibisi bir daha görülmez ama tahttan indirilmeler hiç de eksik olmadı. Bu bir yapı meselesidir. Ve bu yapı ise bazılarının sözde tanımladıkları kadar kolay anlaşılamaz.
Unutulamayacak dahi İtalyancada

Oğuz Atay Türkiye’den geldi geçti, bir dahi olduğunu gün geçtikçe daha iyi anlıyoruz. Edebiyatın niteliği sadece bu memlekette değil, dünyada da bir verimsizlik içinde. Piyasa mekanizmaları ve yüzeysel okur talepleri bu işin acaba tek suçlusu mu? Oğuz Atay, “Tutunamayanlar”ın yazarı, çok genç yaşta Türk edebiyat sahnesini terk etti. 1970’li yılların edebiyat çevrelerini meşgul eden bu dahi unutulup gitmedi, aranıyor. “Yaşamaya ve yazmaya devam etseydi, ne olacaktı?” sorusu bizleri hep meşgul ediyor.

Korkuyu Beklerken” onun ilk hikayelerinden meydana gelen 1973 baskılı bir derleme. “Beyaz Paltolu Adam”, “Ne Hayır Ne Evet” gibi hikayeler, “Babama Mektup” bence edebiyatın unutulmayacak parçaları. Seçim doğru yapılmış, Giampiero Bellingeri bu kısacık ömürlü yazarın bence en ilginç parçasıyla kendi ülkesine, İtalya’ya sesleniyor. Şemsa Gezgin ile bu çeviriyi tamamladılar.

Giampiero bizim kuşak içinde Türk tarih ve edebiyatının ilginç hizmetkârlarındandır. Bir kere Türkçesi düzgün ve akıcıdır; eski yeni edebiyat ayrımı yapmayacak kadar Osmanlıca dahil çağdaş Türkiye’nin diline hakimdir ve kendi dili İtalyancayı bütün güzelliği ile kullanır. Önümüzdeki kitap Lunargento Yayınları’ndan, “Aspettando La Paura” adıyla çıktı. Çeviri güzel, fakat birilerinin mesela Şemsa Gezgin’in Giampierro tarafından kitabın önsözü olarak yazdığı takdimi “Variazioni sula solitudine: i racconti di Oğuz Atay / Oğuz Atay’ın hikayeleri, yalnızlığın çeşitlemeleri” başlıklı muhteşem tahlili derhal Türkçeye çevrilmesi gerekir. Benim Oğuz Atay üzerine okuduğum en muhteşem tahlil budur.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 22.05.2011)

*Yazının son bölümün Oğuz Atay'la ilgili. Yani tarih dışı. Lakin Oğuz Atay'ın hayranı olduğumdan, bu bölümü kaldırmak istemedim

Büyük Constantin ve İstanbul



558 yıl önce bugün Fatih’in fethettiği İstanbul’un kurucusu Constantin, kısa ömrüne çok şey sığdıran bir dahi imparatordu.
Miladın 280’inci yılının şubat ayında Naissos yani bugünkü Sırbistan’ın Nis kentinde doğdu. Constansius ile Helena’nın oğluydu. Annesi kendinden evvel Hıristiyan oldu. Bu çok yaygın bir oluşumdur. Birçok pagan hükümdarın anneleri veya eşleri kendilerinden evvel vaftiz edilmiştir. Flavius Valerius Constantinus’un annesi Helena, azize mertebesine çıkarılan ve Hıristiyanlığın mesela Bethlehem’de İsa’nın doğduğu kabul edilen kilise, onun çivilendiği söylenen haç gibi birçok kutsal buluntularını keşfeden kadındı.

Constantin iyi bir asker olarak yetişti. Hayatı doğuda ve Tuna bölgesinde geçmiş demektir. Ren bölgesinde savaştı. İtalya’da Roma’yı 326’da sadece ziyaret etti. Gözüne kestirdiği ve parçalanmakta olan imparatorluk için birleştirici bir merkez olacağını umduğu yer, eski Bizantion’un etrafında gelişen Nea Roma’ydı. Bugünün Sultanahmet Meydanı yani Hippodrom, Mese denen Divanyolu ortaya çıkmıştı. Nea Roma’yı ıslah etti ve Mese üzerinde bugün Çemberlitaş dediğimiz Apollon heykelinin bulunduğu sütuna kendi heykelini diktirtti. O zaman buraya Forum Constantin denirdi. Bugünkü Yenikapı ile Fener arasında kara surlarını çekti ve bölgeyi tamamen surlarla kuşattı. Marmaray kazıları ile bu surlar ortaya çıkıyor.

Eski Roma İmparatorluğu’nun getirdiği barış düzeni yani “Pax Romana” sona ermişti. Roma’nın muhtemel başkentinin savunması çok sağlam kuruldu. Adetler ve törenler hâlâ çoktanrılı Roma düzenindeydi. Şehir 330 yılı mayısının ortalarında resmen açılışını yaptı. İdus Maiae (mayıs ortaları) tanrı Merkür’ün kutsal günleriydi, açılış ve kuruluş günü olarak o gün seçilmişti. Constantin’in vaftizi ve Hıristiyanlığı resmen kabul edilmiş bir söylentidir; 337 yılı 22 Mayıs’ında ölürken vaftiz olduğu tekrarlanır; bunu Hıristiyanlar kadar Müslümanlar da böyle kabul ederler.

Onun döneminde Hıristiyanlık toplumda özellikle de orduda üstün konuma geldi

330’dan itibaren şehir Konstantinopolis olarak anıldı. İleride şark dünyası, Müslümanlar ve Türkler de onu Konstantiniyye diye telaffuz edecektir. İyi bir askerin ve Allah inancına ulaşmış bir hükümdarın adı kimseyi rahatsız etmiyordu. 332’de Gotları yendiğinde ve sonraki kuşatmalarda şehrin savunma sisteminin yararı görüldü. 334’te de Sarmatları yendi; üstelik yendiklerini de devşirme askerler olarak ordusuna aldı. Çok da işe yaradılar.

Mesela Arius’un mezhebi onun pagan ruhuna ve Yunanlı mantığına daha uygundu ama 325’te topladığı İznik konsilinde Arius’un aforoz edilip harcanmasına ve kilisenin öylece şekillenmesine canı gönülden katıldı. Mühim olan, kilisenin onun elinde olmasıydı.

Constantin dönemine kadar Roma’da Hıristiyanlık azınlıktı, rahatsız edici bir azınlığın diniydi. Varlıklarına ve ibadetlerine kâh göz yumulurdu kâh takip edilip zulüm görürlerdi. Onunla birlikte Hıristiyanlık bu imparatorluğun dini olmadı ama üstün konuma yükseldi; en azından orduda askerler arasında durum buydu. Yayılan Hıristiyanlığa karşı tepkiyi en çok onun bu şehirde doğan yeğeni Julianus gösterdi. Amcasının ölümünden bir yıl evvel, 336’da, görmüş olduğu eski Yunan eğitiminin etkisiyle gizlice atalarının dinine döndü. Yazdıklarından bu aşamalar anlaşılıyor. Julianus 361’de tahta geçip iki yıl sonra İranlılarla yaptığı savaşta ölene kadar hiç de kötü bir asker olmadığını gösterdi ve asıl önemlisi her yerde eski pagan mabetleri gezdi, tanrılara kurbanlar verdi. Bu hareketini bazı yerlerin halkı hoş karşıladı, bazı yerlerde ilgi göstermediler, tertiplenen törenler gülünç kaçtı. 33 yaşında yeni dünyanın gelişimine direnen bir aykırılık anıtı olarak ismini tarihe kazıdı ve gitti.
İki kayzerin arasında çağlara yön veren kent İstanbul

Constantin çok yaşamadı, dahilere iş yapmak için kısa ömür de yeter. 337’de İznik’te ölene kadar önce ortakları ve sonra düşmanları olan Licinius ve Maxentius’u ordusundaki Hıristiyan asker ve subaylar sayesinde bertaraf etti. Üstelik bu olayları; rüyasında haçlarıyla zafer kazanmış bir ordu gördüğünü söyleyerek Hıristiyan kitleler nezdinde ününü pekiştirdi. 326’da ihanet ve tertiplerinden şüphe ettiği oğlu ve karısı Faustina’yı öldürttü; üstelik karısı galiba girdiği hamamda haşlanmıştı. İktidar neler yaptırır.

Flavius Valerius Constantinus tarihin “Büyük Constantin”inin 11 Mayıs 330’da kurduğu şehrimiz, 1123 sene sonra 29 Mayıs’ta bir başka büyük imparator tarafından fethedildi. Ateşli silahlar devrinin mareşali, en azından Constantin kadar klasik kültüre ve dillere vakıftı. İlaveten şark dillerinin kalem ustasıydı. 15’inci yüzyılın tipik ve mükemmel hümanisti olan Fatih Sultan Mehmed’den bahsediyoruz. Şehri fethetti ve hakkıyla “Roma Caesarı-Kayzer-i Rum” unvanını üstlendi. İki kayzerin arasında İstanbul dünya tarihinde en büyük metropol olarak çağlara yön verdi.

Constantin kendi koruduğu cemaat için İtalya Roma’sında ve İstanbul’da birçok kilise yaptırmıştır. Roma’dakiler St. Paul Katedrali gibi ayakta, İstanbul’dakilerin temelleri ortada. Çoğu sonradan yenilenmiş. Ayasofya’nın imperial narteksindeki (giriş) mozaikte görüldüğü gibi İsa’ya o bu şehri, Justinian da Ayasofya’yı hediye ediyor. Galiba 11 asırlık Bizans’ın en büyük iki kalıntısı onların bıraktıkları eserler toplamı... Üstüne gelen beş asır ise ayrı bir dünyanın oluşumu ve o parlak dönemi başlatan ve o mirası da reddetmeyen Fatih Sultan Mehmed’dir.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 29.05.2011)

Yeni Osmanlıcılık

Bazı ülkelerde Türkiye’nin abartılı şekilde “neo Osmanlı” diye tanımlanması anlaşılabilir ama imparatorluk hülyaları kurabilecek durumda değiliz.

Yeni Osmanlıcılık bir müddettir Türkiye dış siyaset değerlendirmelerinde, daha çok orta şekerli vatandaşın ruhunu okşayan bir kavram olarak geziniyor. Azınlıkta kalan ve tarihi radikal bir biçimde “laik ve cumhuriyetçi” olarak niteleyenler bu gibi eğilimlerden pek hazzetmezdi. Şimdi ise etnik milliyetçiler de bu gibi kavramlardan rahatsız olduklarını söylüyorlar. Ama şurası bir gerçek, yeni-Osmanlıcılık sözü bu çevrelerde dahi bir endişe ve heyecandan çok laklakiyat konusudur.

Türkiye halkı henüz yaşam standartları itibarıyla imparatorluk hülyası kurabilecek bir kitle değildir. Kaldı ki, bu gibi hülyaların karşısında engel teşkil edenler bazılarının zannettiği gibi alışılmış klasik sol ve laik çevrelere girenler değildir çünkü muhafazakâr çevreler imparatorluk hülyası kuranların gereksinim duyacağı kurumları herkesten daha süratle yıpratmaktadırlar. Üstelik Türkiye coğrafyası şu anda tarihte en çok tartışıldığı bir döneme girmiştir. Tartışmayı yapan grupların, kavramları ne kadar bilinçle ve hatta samimiyetle ele aldıkları malum değildir.

Fakat Yeni Osmanlıcılık kavramı Batı Avrupa’nın basın çevrelerinde sık sık ele alınmaktadır. Hiç şüphesiz ki büyüyen Türkiye’nin büyümeyen yönleri ve sıkıntıları, dışarıdan bakanlara içindekiler kadar açık değildir. Bugünün Türkiye’sini değerlendiren yabancı uzmanlar 19’uncu asır uzmanları gibi değildir. İçlerinde Alman Karl Krüger yoktur, Avusturyalı askeri ateşe von Pomiakowski yoktur, başkonsolos August von Kral yoktur. Sonraların büyük tarihçisi Arnold Toynbee ve hatta zamanımızın Britanyalı gazeteci tarihçisi David Bartchard müteveffa Jan Pier Tec gibileri de bulunmaz. Maalesef beynelmilel medya bazı arkadaşlardan aldığı bilgilere dayanmaktadır.

Sert etnik yapılanmalarYeni Osmanlıcılık safdil bir milliyetçiliğin değil, tahakküm kurmak isteyen dar bir muhalefetin kullandığı mızmız bir ifadedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun eski topraklarının böyle bir gelişimi kaldırması mümkün değildir. Bir kere “maşrık” dediğimiz doğu Akdeniz’deki Arap âlemi ve İsrail’in konumu, çatışmaların buzdolabına girip dondurulacağı bir yapıda değildir. Gelecekte Arap alemi ve İsrail arasında ancak yorgunluktan ileri gelen bir uzlaşma dönemi söz konusu olabilir.

Balkanlar ise II. Dünya Savaşı’ndan sonra, Soğuk Savaş döneminde buzdolabına konmuştur. Kutuplaşan dünyanın yarattığı sözde dinginlik bugün çözülmüştür. Gerçi Arap Ortadoğu’sunun ve İsrail’in aksine nüfusu ihtiyarlayan, iktisaden üretim ve tüketim eğrileri düşüş gösteren bu dünyanın aynı şiddette ve kronik bir çatışma ortamına girmesi beklenemez. Ama değil sözde dirilecek Osmanlı, hiçbir kuvvet Balkanları bir iktisadi, siyasi ve askeri çatı altında monolit güçlünün nüfuz alanına çeviremez. Yunanistan’ın içine düştüğü iktisadi kriz geçici değildir. Hele temelden çözümlenebilir gibi hiç değildir ve durumun bir göstergesi olmalıdır.

Arap Ortadoğu’su birincisinden çok farklı bir yapıdadır. Nüfus gençtir ama öbürü ile karşılaştırılamayacak derecede eğitimsizdir. Etnik yapılanmalar çok serttir. Bu ülkelerin aydın sınıfları Balkanlardakinden daha renklidir ama kurumsal etkileri çok zayıftır. Yanı başlarındaki İsrail ile mukayese edilemeyecek bir nitelikli çalışan grup, açık toplum kurumlaşması, hukuki yapılanma farkı içerisindedirler. Üstelik İsrail üretir, Arap Ortadoğu’su üretemeyen bir dünyadır; sorunlar bundan ileri gelir.

Olaylı bir dünyada yaşıyoruz
Türkiye olaylı bir dünyada yaşıyor. Güney sınırlarımızda kısa bir süre önce Saddam rejimi Kürtleri katletti, binlercesi bize sığındı. İranlı göçmenlerin buraya sığınması gerekiyor. Şimdi ise iyi ilişkiler kurmak için gayret ettiğimiz ve hatta müşterek iktisadi projeler üretmeye başladığımız Suriye halkı bir felaket yaşıyor, bütün bunlar şimdilik bir göçmen dalgası getiriyor. Gelecekte bir zaaf anında nasıl müdahalelerin geleceği de bilinemez.

Üreten, yapısı değişen ve demokratik açılımları bazı iddiaların aksine sadece son sekiz yılla sınırlı olmayan Türkiye’nin hem siyasi konumu hem de yerküreye açılan iktisadi yatırımlarının yeryüzünde bazı noktalarda “neo Osmanlıcılık” olarak abartılması anlaşılır. Ama galiba böyle bir geleceği program olarak benimseyen grupların dahi mevcudiyetinden söz edilemez. Türkiye’nin kendini eriten bazı sorunları var. Bu sorunları, imparatorluğumuzu dağıtan 19’uncu asır ulusalcı akımlarıyla da kaba bir şekilde mukayese edemeyiz.

Panzehir Niall Ferguson
Batı Avrupa ve özellikle Britanya düşüncesinde Osmanlı gücünün Ortadoğu dünyasında bir üstünlük sahibi olduğu sıkça tekrarlandı. 1962’de ortalığı sarsan “Arabistanlı Lawrence” filmi çarpıcı ve üstelik de yer yer Arapları küçültücü bir biçimde emperyal bir kuvvet olarak Türk imparatorluğunun çöküş ve çekilişini anlatır. Bence yönetmen David Lean filminde bizdeki bazı çevrelerin düşündüğünün aksine Türkü değil Arabı küçümsüyordu. Britanya tarihçilerinin en seçkinleri Marksist ve sosyalisttir. Rodney Hilton ve Eric Hobsbawm gibi anıtsal adamlarla bugün aykırı duran ama hiç de küçümseyemeyeceğimiz tarihçiler adeta panzehir olarak ortaya çıkmıştır. Niall Ferguson bunların başında geliyor. İngiltere’nin seçkin kurumlarında okumuş bu tarihçi okuldan beri Thatcher’cı ve muhafazakâr tutumlu gruplar içindedir. Yeni muhafazakâr tarihçi ve Osmanlı imparatorluk sistemini beynelmilel bir muhafazakârlığın parçası olarak düşünüyor. İncelenmesi ve bilinmesi gerekli ama tatbik ve hayali lüzumsuz ve imkansız.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 26.06.2011)

Kudüs’ün fethi

1187 yılının temmuz ayında Selahaddin-i Eyyubi Hıttin Savaşı’nı kazandı ve tarih yazdı.
Selahaddin-i Eyyubi’nin Kudüs kuşatması boğma stratejisi ile meşhurdur. Şehrin suyunu ve yiyeceğini kesti, açlık başladı. Yetmedi, etrafta büyük ateşler yaktırarak kuşatılanları dumana boğdu. Yaz sıcağı ve duman, adeta şehrin güney yakasındaki Gehonim (İbranca “cehennem”e kaynak olan isim) denen derin çukurun ismine hak verdirecek bir hava yarattı. Kral Guy of Lusignan yarma harekatına girişmek için dışarı çıktığında kuşatmacılar bu bölgeye ve Selçukilere has çember stratejisini uyguladı. Önce saflar şövalyelerin karşısında zayıfça savaşarak ikiye ayrıldı, sonra düşmanı kuşatıp çembere aldılar ve imha ettiler.

Selahaddin sezgisi kuvvetli bir komutandı. Mukaddes topraklarda kurulan, imanlı, inatçı ve gaddar şövalyeleri yani St. Jean takımını imha etti. Laik şövalye ve asillerin fidyesini tercih etti. Hatta bazılarını “Fidyenizi alıp gelin” diye memleketlerine yolladı. Bunlar kurtuluş fidyelerini yanlarına koyup geri geldiler. Alicenap davranışından dolayı dost oldular, “Saladin” ismini kendi aile unvanına ilave eden Fransız şövalye vardır.

Hiç şüphesiz 1187, Filistin ve Suriye’deki Haçlı hâkimiyetinin sonu değildi. Daha bir insan ömrü kadar beklemek gerekecekti ama çöküntü başlamıştı. Zaten Haçlılar İsrail’in ünlü Ortaçağ tarihçisi Joshua Prawer’in de ifade ettiği gibi bu topraklara uyum sağlamış değillerdi. Ne yemeleri ne içmeleri, hatta ne de yıkanma ve temizlik alışkanlıkları bölgeye uygundu. Filistin’deki Müslüman ve Yahudileri katledip nefret ettikleri gibi, yerli Hıristiyanlara da aynı kötü muameleyi gösterdiler. Nitekim Hıristiyanlar Müslüman devlete daha evvel ödedikleri cizye vergisini şimdi de Haçlı krallığına ödemek zorunda kaldılar.
Selahaddin-Richard karşılaşması

Selahaddin-i Eyyubi istisnai bir komutan olarak hem mensubu olduğu Kürt Eyyubi hanedanının hem de hizmetinde olduğu Musul-Suriye atabeyliğinin ve Selçuki devletinin hizmetinde sivrildi. Mısır’da Fatimi hakimiyetini o sona erdirdi. Şüphesiz ki ilk İslam fütuhatı ve Emevi İmparatorluğu’ndan sonra bütün Ortadoğu’da bu kadar sivrilen ve coğrafyaya hâkim olan bir askere rastlamak mümkün değildir.

Kudüs’ün fethi bu kadarla kalmadı, bu Müslüman idarenin yeniden kurulması için bir geçiştir. Hıristiyan dünyası şoktaydı, Papa III. Urban Roma’ya felaket haberi ulaştığında inme inip öldü. Art arda Haçlı seferleri tertiplendi.

Üçüncüsü artık Latin milletlerden çok “Aslan yürekliRichard (İngiliz), Frederick Barbarossa (Alman) ve Philip August’un (Fransız) tertiplediği düzenli bir şövalye ordusuydu. Anadolu’yu rahatça geçtiler.Selçuklu ülkesi bu anda haçlılarla didişmek için neden görmedi. Frederick Barbarossa Silifke çayında boğuldu. Alman takımı seferden çekildiyse de sadece bu sebepten dolayı mı bilinemez. Philip August ile Richard kutsal ülkeye ulaştılar, yani Selahaddin ile Richard’ın karşılaşması hâlâ şövalye edebiyatını süsleyen bir motif. Kudüs elan Müslümanların elindeydi.

Dördüncü haçlı seferinin lojistik işine Venedik girişti, kör ve kudretli Venedik doçu Enrico Dandolo Haçlı ordularını ikna etti. “Kâfirin beteri Kudüs’te değil İstanbul’dadır” dedi. 1204’te Konstantiniyye gafil avlandı, Haliç tarafındaki surlardan şehre girdiler. İstanbul asıl düşüşü bu yılda yaşadı. İtalya’ya veAvrupa’ya taşınmayan servet kalmadı. Ayasofya Katoliklerin eline geçti.

Geride sadece bir anı mı kaldı?

Arada bir de çocuk Haçlı seferi tertiplendi. Mistisizme erken kapılan veya yaşama hakkı pek olmayan fakir çocuklar ordusu mukaddes ülkeye yöneltildi. Yollarda perişan oldular, “Sizi mukaddes ülkeye ulaştıracağız” diye çocukları Marsilya’da gemilere yükleyen adamlar sadece karşı kıyıya, Cezayir ve Fas’a yelken açıp gençleri esir pazarlarında sattılar.

Fransa kralı St. Louis 1250’de mukaddes ülkeye yöneldi, Kudüs’ü aldı ve azizlik şöhretini pekiştirdi. Bu ikinci safhadır. Ama ne mukaddes ülkeyi elde tutacak güç bu Frenklerin elinde kalmıştı ne de mukaddes topraklardaki her dinden yerlilerin ikinci defa gelen bu istilaya tahammülü vardı. Üstelik Mısır’da yeni bir güç ortaya çıkmıştı: Memluklar... Soyları sopları pek belli olmayan, esir pazarlarından alınıp gelen güçlü kuvvetli zeki askerler. Türk ve Çerkez asıllı bu Memluklar Ortadoğu’ya yeniden çekidüzen verdiler. Ardından Haçlıların üstüne yöneldiler.

1291 ve müteakip yıllarda Filistin Haçlılardan ayıklanmıştı. Lusignan hanedanı Kıbrıs’a çekildi, Osmanlı fethine kadar orada kaldı. Rodos’ta St. Jean şövalyeleri mekân tuttu. Bugünkü Yunanistan topraklarındaki kalıntılar dışında pek bir şey kalmadı.

Haçlılardan İslâm dünyasında sadece kalan bir anı mı?” diye sorabilirsiniz. Hayır. İslam dünyasında unutulmayan bir kin bıraktılar. Doğunun aydınları her çıkışta haklı veya abartılı olarak Haçlı zihniyeti aradı. Haçlı seferleri bir tarihi muamma gibiydi. Son 20 yılın içinde hem tarihçilerin hem de Amin Maalouf gibi romancıların eserleriyle İslam dünyasında da bu devir iki taraflı olarak ele alınıyor.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 10.07.2011)

Cem Sultan’ın trajik hayatı


(Pinturicchio’nun Cem Sultan portresi.)

Asırlar geçti ama bugün bile Osmanlı hanedanı üyeleri onun torunlarını aralarına kabul etmez. Cem Sultan’dan beri Osmanlı kardeş kavgasından çok korkar.

Osmanlı’nın “olsaydı, kalsaydı” diye kendinden söz ettiren şehzadelerinden, şehzadelere de “sultan” unvanının verildiği son simalardandır. Dahası var; Osmanlı’nın İtalya’daki sanatlara yakınlığı devrinde büyüdüğünden kardeşi Bayezid’in aksine portresini de yaptıranlardan. Pinturicchio’nun ünlü kompozisyonunda Papalık sarayı mensupları arasında onun da yer aldığı görülür ve realist bir portredir. Trajik bir hayatı olduğu muhakkak. Ama onunla Osmanlı’da Rönesans sanatına olan eğilim sona erdi ve Osmanlı kardeş kavgasından o günden beri çok korkar.

Cem Sultan 1459 doğumludur. Yetişmesinin, 15’inci yüzyılın bütün şehzadeleri gibi bir doğu-batı sentezi olduğu açıktır ve tıpkı babası gibi cihanşumul bir bilgi merakı ve doğuya ve batıya karşı gururu olduğu anlaşılıyor. Savaşçıydı, kardeşi şehzade Bayezid ise Fatih devrinin bitmez tükenmez savaş politikalarına da medreseli veya mutasavvıf olsun geleneksel çevrelerin bir kenara itilmesine de karşıydı. Fatih, Bayezid’i Amasya’ya tayin etti. Amasya Anadolu’daki Osmanlı’nın mimarisi, hat sanatı, musikisi ve medrese kültürü ve felsefesiyle merkezi gibiydi.

11 yaşındaki Şehzade Korkut’u bile oyunlarına alet ettiler

Şehzade Cem ise Karaman valisiydi. 1481’in mayısında büyük hükümdar İtalya’ya yönelik olduğuna şüphe olmayan, şaşırtmalı seferin ilk menzillerinden Gebze sahrasında muhtemelen zehirlenerek öldü. Karamanlı Mehmet Paşa başta olmak üzere vüzera ve ulema Amasya’daki Bayezid için karar vermişlerdi. Bununla birlikte Cem de kendisini tutan yeniçerilerin başında İstanbul’a yöneldi. İstanbul’un kapıları Cem’e ve taraftarlarına kapalıydı. Bayezid’i taht bekliyordu. O yetişene kadar 11 yaşındaki oğlu şehzade Korkut taht naibi dahi ilan edildi. Görülmemiş bir kurnazlıktır. Âlim ve bilgili şehzade Korkut daha hayatının başında politik entrikalara alet edildi.

Nizam-ı alem, Bayezid-Cem kavgasını yaşadı, binlerce insan Bursa İnegöl’de kapıştı. Cem kazanmış ve Bursa hakimi olmuştu. Ne var ki Bayezid Cem’in kendisini Rumeli’ye itmesini hiç kabul etmedi, savaş sürdü. Bursa Yenişehir’deki savaşı Cem kaybetti ve Mısır’a doğru yöneldi.
Gelecek yılki savaş Konya’daydı. Gene kaybetti, Ankara’ya çekildi. Mısır’a dönüş yollarını Bayezid denetimi altına almıştı. Zavallı Cem’e kalan, önce Malta şövalyelelerinin elinde olan Bodrum kalesine, arkadan karşıda Rodos Adası’nda şövalyelerin reisi büyük üstat Pierre d’Aubusson’a sığınmak oldu. Cem daha ilk anda kandırıldı. Sultan Bayezid şövalyelere yüklü bir rehin akçesi ödemeyi önermişti. Padişah Bayezid, Papa VIII. İnnocent’a, onun ardından ahlaksız ve işini bilir papa Aleksandr Borgia’yı düzgün ödemelerine devam etti.

Talihsiz adam zehirleme üstadı Papalık ustalarının kurbanı oldu

Bu bereketli rehin Fransa kralının da iştahını çekti ve Roma’yı tehdit edip Cem’i aldı. Fransa, Cem sayesinde Akdeniz politikasına oynayacaktı. Roma bu bereketli adamı kaybediyordu, II. Bayezid ise tehlikeli ellere geçecek Cem’in ortadan kaldırılmasına karar verdi. Roma’ya okkalı bir para ödendi. Her türlü zehrin ve ustaca zehirlemelerin üstadı olan Papalık ustaları talihsiz şehzadeyi zehirledi. Zehir etkisini geç gösterecekti. Nitekim şubat sonu 1495’te VIII. Şarl’ın Napoli’ye tertiplediği seferde öldü. Zaten VIII. Şarl yaşayan bir ceset devralmıştı.

Sultan II. Bayezid yas ilan etti, şehzade şehzadeydi. Mumyalanmış naaşı bekletiliyordu, dört yıl içinde Osmanlı mülküne getirildi ve Bursa’ya defnedildi. Çocukları için aynı şey söylenmez. Onlar bağnaz muhitte vaftiz edildiler ve de vaftiz edilen torunların bir kısmı Kanuni Süleyman’ın Rodos kuşatmasında şövalyelerin yanındaydı. Kuşatma “vira” ile bittiği ve herkes kaleyi serbestçe terk ettiği halde şövalyeler Cem’in soyuna yaptıkları son bir ihanetle onları padişahın eline bıraktılar. Tanassur eden Müslümanlar katledilir, öyle oldu.

Asırlar sonra dahi Avrupa’da kalan bir-iki torunun soyundan gelenleri, bugünün Osmanlı hanedanı Cem Sultan’ın torunları ve kuzen olarak tanıyor ama aralarına almayı kabul etmiyorlar. Cem Sultan’dan kalan Bursa’daki türbe ve Topkapı Sarayı’ndaki tılsımlı gömlek. Her şehzadeye koruyucu olarak hazırlanan bu pahalı gömleği giymesi hiç nasip olmamış.


İlber Ortaylı
(Milliyet, 17.07.2011)

İstanbul’a yeni arkeoloji müzesi

Yedi yıldır Yenikapı Langa civarında Marmaray metro projesinin kazıları devam ediyor.

Marmaray projesinin dünya metropolü İstanbul’un tarihi için nasıl yeni bilgiler getireceğini düşünüyorum. Yedi yıl önce burada bulunan 7’nci yüzyıla ait Bizans gemileri, Theodosius devrine ait liman (5’inci asır), 4’üncü asra ait imparator Konstantin surları ve dahası bu dönemlere ait 80 küsur insan iskeleti tıp tarihi ve sosyal tarih açısından çarpıcı bilgiler getiren buluntulardır. Son zamanda M.Ö. 6 bin ila 5 bine ait Neolitik (yani cilalı taş) devrine ait ayak izlerini müze arkeologları buldular. Kazı başkanı İstanbul Arkeoloji Müzeleri müdürü Zeynep Kızıltan’ın bu konudaki açıklamaları çarpıcı. Bu buluntular medeniyet tarihi ve insanın antropolojisi açısından da önemli bilgiler verebilir.

Bu önemli buluntular bizi nereye getiriyor? Şurası açık, Marmaray suriçi İstanbul’un altından geçtiğine göre nice sürpriz buluntulara rastlayacağız. Kazılar sırasında ani çöküntülerle birtakım sürpriz objeler ortaya çıkabilir.

İstanbul Arkeoloji Müzelerine yılda 8 bin parça eser geliyor. Marmaray kazıları yüzünden bu sayı artıyor. II. Abdülhamid devrinden kalma muhteşem İstanbul Arkeoloji Müzesi (Asar-ı Atika Müze-i Hümayunu) gelen eşyanın muhafazası, sınıflandırılması ve teşhiri için müsait mekân olmaktan çıktı. Kimse bu binaya ilave mekân inşasını düşünmesin. Bizzat Topkapı Sarayı’nın ve Aya İrini’nin bulunduğu mekân bu tip yapılandırmalara müsait değil. Hatta Eski Şark Eserleri Müzesi’nin bile kısmen yıkılması düşünülüyor.

Adliye binası da hemen yıkılmalı
İstanbul mutlaka geniş bir arkeoloji müzesine ihtiyaç duyuyor. Bunun için de Sultanahmet’te boşaltılan adliye binasını da düşünmeyelim zira onun da yıkılıp altındaki arkeolojik zenginliğin çıkarılması lazım. İstanbul’un ihtiyaçlarını karşılayamayan imparatorluğun defter-i hakani nezareti (Cumhuriyet devrinin İstanbul Tapu Kadastro Müdürlüğü) Türk İslam Eserleri Müzesi’nin ihtiyacı için düşünülmelidir veya Topkapı Sarayı’ndaki muazzam çini koleksiyonlarının teşhirine ayrılmalıdır.

O takdirde tek çare İstanbul surları içinde Yedikule ile Marmara Denizi arasında uzanan, eski Gazhane’yi de içeren geniş alandır. Burada İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin inşası gerekiyor.

Meslektaşımız Ahmet Emre Bilgili’nin de öne sürdüğü gibi hâlihazırda Arkeoloji Müzesi’nin imparatorluk Arkeoloji Müzesi veya Asar-ı Atika Müzesi gibi bir başlıkla o devrin buluntularını ve Sadrazam Ahmet Cevat Paşa’nın hediye ettiği değerli kitaplığı barındıran bir bina olarak hizmet vermesi düşünülmelidir. Bu gibi düşünceler bir hayal değildir, zarurettir. Büyük masrafları gerektirmez, yakın gelecekte tedbirsizlikten doğacak zarar ziyanı önlemeye yöneliktir.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 12.09.2011)

Batılılaşma, Türkoloji, Doğu-Batı

"Batılılaşma, Türk-Osmanlı için tarz-ı hayat, zengin yaşam, renk, ihtişam ve güzel cins bahçeler ve artık hoşlanmaya başladıkları Batı musikisidir. Batılıların çok şey bildiğine inanılır; tıb bilirler, astronomi bilirler, mekanik bilirler, hatta İbn-i Haldun'u dahi duymuşlardır."


"Bugünkü Türkolojinin sorun ve eksikliklerini Türk milletinin bilgin ve aydınları Türklük bilgisi içinde çözemezler. Esasen bütün Oryantalizmin sorunu, Oryantallerin, yani Doğuluların, kendi dünyaları içine kapanmalarıyla çözülecek gibi görünmüyor. Çözüm için Oryantallerin, Oksidentalist olmaları, yani Doğuluların Batı-bilimci olmaları gerekiyor."

"Doğu dünyası ile Batı'nın varsa en büyük farkı budur: Birisi klasik dünyayı doğuştan hücreleriyle alırken, öbürü kendi azgelişmişliğini kendi bilinci ve cehdi ve kültür değişimi ile sonraki asırlarda aldı. Batı ve Doğu arasındaki fark budur, birinin tevarüs ettiğini (Doğu'nun) Batı Avrupa sonradan ithal etti."

İlber Ortaylı
(Osmanlı Düşünce Dünyası ve Tarihyazımı,
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Seçme Eserleri IV,
Ekim 2010'dan alıntılar.)

Müslüman ve Hıristiyan Kudüslülerin ortak özlemi

1187 yılı ekim başlarında Selahaddin Eyyubi muzaffer komutan olarak Kudüs’e girdi. Şehir 90 yıla yakın bir zaman Kudüs Krallığı olarak Haçlılar tarafından idare ediliyordu. Kral IV. Baldwin onulmaz bir deri hastalığından ölmüş, taht da damadı Guy de Lusignan’a geçmişti. Lusignanlar Kudüs’ten sonra Çukurova’yı ve Osmanlı fethine kadar Kıbrıs krallığını yöneteceklerdi.

Haçlılar Kudüs’te kaba ve içe dönük bir yönetim sergilediler. Kendi adetleri ve dünyalarının dışına çıkamadılar; sadece Müslümanlar ve Yahudilere değil, yerli Hıristiyanlara bile hayatı zehir ettiler. Bu nedenle temmuzda Hıttin Savaşı’nda Haçlı ordusunu yenen ve iki aylık kuşatmadan sonra şehre giren Selahaddin Eyyubi’yi sadece şehrin Müslümanları değil, Kudüs’ün Hırıstiyan eski halkı dahi mutluluk dolu bir tezahüratla karşıladı. Hakim zümre olan Avrupalı Haçlılara dahi Selahaddin Eyyubi alicenap bir muamele gösterdi. Kudüs’ün bu yeniden fethi İslam tarihinde kalıcı bir parlak olaydır.

Bugün dahi Kudüs’ün Müslüman dünyası, Filistin Hıristiyanları ile birlikte aynı özlemi taşıyor. Duygular ve umut mühim ama şartlar aynı mı? Bunu tartışmak gerekir. Kudüs’ün yeni yöneticileri huzursuz, eski şehrin surları içine çok ihtiyatla ve belirli kapılardan girip çıkıyorlar. Ama gidecek yerleri olmadığını bilen bir grup. Kısacası 21’inci yüzyılın Kudüs’ü, 11.-12. yüzyıla benzeyen ama katiyen paralel olmayan şartlara sahip bir belde.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 02.09.2011)

Türkiye’nin anayasaları nasıl hazırlandı?


(Tanzimat Fermânı'nın asıl örneği.)


Başbakan Erdoğan’a göre yeni anayasa bir yıldan kısa sürede tamamlanmalı diyor, muhalefet karşı çıkıyor. Uzayabilir tabii ama Türkiye iki-üç aydan bile daha kısa sürelerde anayasalar hazırlamıştır.

Saro Dadyan’ın ilginç makalelerinin derlemesi olan son kitabında (“Osmanlı’nın Gayrimüslim Tarihinden Notlar”, Yeditepe Yayınevi) 1863 tarihinde Ermeni milletine verilen Millet Nizamnamesi bir anayasa olarak niteleniyor. Aynı şeyi ondan evvel merhum Bülent Tanör yapmıştı; bunu imparatorluğun anayasasından evvel çıkarılan bir ilk anayasa olarak değerlendiriyorlar. Kuşkusuz Ermeni milletinin nizamnamesi geniş Ermeni- Ortodoks cemaatinin idaresinde sadece ruhanilerin değil, kuvvetlenmeye başlayan zengin Ermenilerin ve yüksek bürokrasinin üyeleri olan amira sınıfının da rol almasını düzenler. Bu iç nizamnameyi Ermeni milleti için esas teşkilat diye nitelendirebiliriz ama anayasa olmaktan uzaktır.

Her halukârda temel anayasal hakları birbiri ardından bahşeden, bu konuda çağına göre Müslüman ve gayrimüslimler arasında esaslı bir eşit statü getiren 1856 Islahat Fermanı ile daha evvelki 3 Kasım 1839 tarihli Tanzimat Fermanı’nı anayasal belgeler olarak saymalıyız. Bu ikisinin hazırlanışı öyle uzun boylu tartışmaların ve kalabalık heyetlerin katılımıyla olmadı. Tanzimat bürokratlarının becerilerini ve ihata (geniş bilgi ve anlama) kabiliyetlerini gösteren iki belgedir.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan anayasanın bir yıldan çok daha az zamanda tamamlanması gerektiğini söylüyor, muhalefet ise bir yılın kısa bir süre olduğu kanısında. Sayımlı suyumlu, ara anlaşmalı, bütün layihaları dikkate alan bir çalışmanın uzayacağı ve uzatılabileceğine şüphe yoktur. Bildiğimiz kadarıyla şimdiden küçük risale boyunda anayasa tasarılarını kaleme alanların sayısı hayli yüksektir. Barolar Birliği’nin hazırladığı bir anayasa taslağı görmedim ama başkanlık sistemine karşı bir risaleleri şu anda elden ele dolaşmaya başladı. Türkiye iki-üç ayda değil, çok daha kısa zamanda nice anayasalar hazırlamış bir ülkedir. Hatta anayasa hazırlamayı bir fikri ve entelektüel ibadet haline getirenler vardı; merhum Coşkun Kırca’nın portföyünde her zaman birkaç anayasa modeli olduğu söylenir. Elhak bunları sarih Türkçesi ve güçlü hukuk mantığı ile en iyi biçimde kaleme alacak bir devlet ve hukuk adamıydı.

Mithat Paşa ile Cevdet Paşa’nın büyük kavgası
1293 yani 1876 Kanun-u Esasi’si de çok kısa zamanda genişçe bir heyet tarafından kaleme alındı. Cevdet Paşa ve Mithat Paşa kuruldaydılar, ikisinin birbirleriyle münakaşası galiz ölçülere varmıştır. Mithat Paşa “Hoca sen Fransızca bilmezsin, o ibare öyle anlaşılmaz” gibisinden bir söz sarf edince, Cevdet Paşa da “Senin bildiğin Fransızcayı dükkân çırakları da bilir, hukuktan ise anlamazsın” demeye getirmiştir. Gerçekte Mithat Paşa’nın verdiği anayasa layihasının anayasa ile alakası olmadığını Tarık Zafer Tunaya hoca gibi onun tarihi kişiliğine hayran bir hoca bile söylerdi, arşivdeki notlarını okumuştu. Cevdet Paşa’nın ideali ise kâğıt üzerindeki anayasadan çok İngiltere gibi anayasal sisteme ruha ve ananeye sahip bir hukuki toplumsal düzendi. Cevdet Paşa bu ana komisyonun bir iş çıkaracağına besbelli inanmıyordu. Mithat Paşa ise “Anayasa bir an evvel çıksın da ne olursa olsun” telaşındaydı; bu yüzden çıkan anayasanın anayasa ile ilgisi yoktur. Teminat altına alınmayan şahsi hürriyet ve korunma haklarının ilk kurbanı da kendisi oldu, meclis toplanmadan sürüldü. Bu sürgün, ilan edilen Teşkilat-ı Esasiye’ye yani anayasaya mugayir değildi.

Osmanlı, Macar Kontu Seçenyi Paşa’yı itfaiye komutanı tayin ederken dahi bir itfaiye nizamnamesi hazırlamış, bunun için Avrupa’da ne kadar itfaiye nizamnamesi ve teknik şartnamesi varsa çevirip okumuşlardır. Rusya bürokrasisinin ve Osmanlı bürokrasisinin müşterek bir âdetiydi; en hafif bir nizamnameyi yazarken dahi önlerine küçük Alman devletleri dahil bir alay nizamname koyarlardı. Ortaya çıkan hukuki metinler hiç de fena değildi. Ruslar ilave olarak bir de kurumun tarihini yazarlardı. Okunması keyif veren eserlerdir.

1876 Anayasası için esbab-ı mucibe yani gerekçe layihaları çok ayrıntılı tutulmadı. Onun için bizim hukuk tarihçileri “Belçika anayasasına göre hazırlanmıştır-Hayır efendim, Prusya anayasası modeline göre hazırlanmıştır” diye tartışırlar. Modelin ne olduğu o çağın anayasalarının her birini okudukça daha çok tartışma konusu olacaktır. Ama büyük devletler Tersane Konferansı’nda toplanıyordu, baskılara karşı bir an evvel anayasanın ilanı gerekliydi. Öyle de oldu.

1961 Anayasası dayatma ile geçmiş değildir
1908’de meşrutiyetin ilanı yani anayasanın yürürlüğe girmesi söz konusuydu; mevcut anayasa ile meşrutiyetin yürütülmesinin güçlüğü ortaya çıkmıştır. Bu nedenle anayasada önemli bir tadilata geçildi, kabine bağımsız oldu. Meclise karşı sorumluluk kondu. Fakat yargı denetimi gibi bir şey henüz dünyanın birçok yerinde olduğu gibi burada da söz konusu değildi.

Yeni Türkiye’nin 1921 ve ardından 1924 anayasaları hukukçu otoritelerin fazla muhalefetle karşılaşmadan hazırladığı metinlerdir. 1961 Anayasası ise 27 Mayıs hareketinin yapısına uygundu. Demokrat Partililerden başka herkes kurucu meclisteydi ve Demokrat Parti’nin yan kuruluşları olmadığı için o görüşün anayasa hazırlanırken temsili de söz konusu olmamıştır. Fakat 1961 Anayasası her şeye rağmen tartışmasız ve dayatma ile geçmiş değildir. Bizzat anayasayı hazırlayan komisyon iki kere değişti. İkinci komisyon Siyasal Bilgiler Fakültesi ağırlıktır. Gönüllü hazırlığa giriştiler ve kendilerini kabul ettirdiler. Çünkü üyeler arasında uyum vardı.

Geçmişte 1950’lerin sonunda Kilyos’ta bir hafta süren sayfiye toplantısında Ankara Siyasal Bilgiler ile Hukuk fakülteleri, İstanbul Hukuk Fakültesi mensupları ve diğer hukukçuların katılımıyla yapılan seminerlerde bir ön hazırlık söz konusuydu. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin Fakülte Kurulu salonu çok canlı ve kalabalık bir taslak tartışmasına sahne oluyordu. Değerli hocamız Tahsin Bekir Balta’nın, 1924 Anayasası’nın bazı değişikliklerle muhafazası teklifini sadece dinleyip fazla itibar etmediler. Bu bir talihsizliktir ama 1961 Anayasası görüş birliğinin hâkim olduğu, geniş bir grubun uzunca tartıştığı ve kurucu meclise hâkim olarak yön verdiği bir yasama faaliyetidir.

Aynı şeyi taklit etmek isteyen 1980’nin askeri yönetimi danışma meclisinde böyle geniş bir tartışma ortamı hazırlayamadı. Mecliste ve asıl önemlisi komisyonda muhalefet, hâtta zıt görüş çok tipik değildi. Bazı üyelerin bazı çıkışlarıyla sınırlı kaldı. 1982 Anayasası’nın oluşumunda en göze çarpan niteliklerden biri budur. Tartışmanın uzaması ve uzatılması işi çıkmaza sokabilir ama aksiyle ortaya çıkan bir metnin de fazla yaşama şansı olamayacağı açıktır.

İlber Ortaylı
(Milliyet, 09.10.2011)