28 Kasım 2011 Pazartesi

Osmanlı İmparatorluğu son dünya düzeniydi

Osmanlı İmparatorluğu son dünya düzeni olduğu için dünyanın yeniden şekillendiği son yıllarda hiç gündemden düşmüyor.
Amerikan Newsweek dergisinde Tarihçi Niall Ferguson tarafından "Ortadoğu'nun Bir Sonraki İkilemi" başlığıyla kaleme alınan makalede, 'Türkiye'nin kaslarını esnettiği bu dönem ardından yeninden canlanmış bir Osmanlı İmparatorluğu ile karşılaşabiliriz" yorumu yapıldı. Tam imparatorluktan ayrılan ülkelerle tekrar yakınlaştığımız bir dönemde Araplar'ı manipüle edebilecek bir yazı da olsa bu makale bir gerçeğe parmak basıyor. Yıllarca görmediğimiz, unutmak istediğimiz, küçümsediğimiz Osmanlı İmparatorluğu'nun izleri her alanda devam ediyor.
Osmanlı'yı keşfettik
1990'lı yıllarda Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra dünya yeniden şekillenmeye başladı. Dünyanın yeniden şekillendiği bu dönemde Amerika ve Türkiye Osmanlı İmparatorluğu'nu yeniden keşfetti. Amerika kendi yeni dünya düzenini kurmaya çalışırken Kafkaslar'dan Balkanlar'a, Ortadoğu'dan kuzey Afrika'ya her yerde karşısına Osmanlı İmparatorluğu'nun izleri çıktı. Emperyalistlerin bütün çabalarına rağmen Osmanlı'nın izleri silinmemişti.
Yönünü Batı'ya çevirip, asırlarca hükmettiği ülkelere bakmayan Türkiye de bu dönemde Osmanlı geçmişini yeniden keşfetti. 1999'daki 700. yıl kutlamaları tarihimizle barışmamızın dönüm noktası oldu. Bosna, Kosova, Makedonya gibi birçok ülkede problemler ortaya çıktıkça Türkiye bu bölgelere yardım eli uzatmaya başladı. Batı ise Osmanlı canlanıyor diye bu ülkeleri bizden uzaklaştırmaya çalıştı. Bu bölgelerde fazla bir nüfusa ve siyasi ağırlığa sahip olmayan devletlere samimi olarak yardım edecek Türkiye'den başka ülke de yok.
Modern dünyayı şekillendirdi
Osmanlı İmparatorluğu denilince her şeyiyle tarih olmuş, gitmiş; ondan günümüze bir şey kalmamış gibi düşünülür. Ancak 600 yıldan fazla bir süre dünyanın en önemli coğrafyasında hakimiyet kuran ve iki büyük imparatorluktan birisi olan Osmanlı İmparatorluğu bugünkü dünyanın oluşmasındaki en önemli aktörler arasındadır. Osmanlı İmparatorluğu'nun bugünkü dünyanın Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu gibi en problemli üç bölgesinin de içinde olduğu çok geniş topraklar üzerinde 600 yıl süren hakimiyetinin günümüze tesiri çok büyüktür. Osmanlılar'ın izlediği siyasi ve dini politikalar günümüz modern dünyasının şekillenmesinde önemli rol oynamıştır.
Asırlarca Osmanlı idaresi altında bulunmuş ülkelerin pek çok karakteristiği de bu dönemde şekillendi. Budin'den Basra'ya kadar uzanan bölgedeki dini ve etnik gruplar Osmanlı idaresi altında oluştu. Osmanlı mimarisi ve şehircilik anlayışı, hakimiyeti altındaki birçok yerde şehirlerin şekillenmesinde önemli tesirlerde bulundu. Nitekim 2003'te bir makale kaleme alan David Fromkin bu gerçeği, "Başkan Bush'un bazı bölümlerini değiştirmek istediği Ortadoğu'nun çoğu karakteristiğinin 500 yıllık Osmanlı idaresinde şekillendiği açıkça görülüyor" şeklinde ifade etmişti.
30'a yakın devlet
Osmanlı İmparatorluğu'nun hakim olduğu sahada Arnavutluk, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Cezayir, Etiyopya, Filistin, Hırvatistan, Irak, İsrail, Karadağ, Katar, Kıbrıs, Lübnan, Libya, Macaristan, Makedonya, Mısır, Moldova, Romanya, Sırbistan, Suudi Arabistan, Suriye, Tunus, Umman, Ürdün, Yemen ve Yunanistan kurulmuştur. Ayrıca bugünkü Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Sudan ve Ukrayna'nın da bazı kısımları Osmanlı toprağı olmuşlardı. Bütün bu bölgelerde asırlarca süren Osmanlı hakimiyeti günümüz dünya politikasına da etki eden derin izler bıraktı. Nasıl ülkemizdeki en önemli eserler Osmanlı döneminden kalmaysa, Osmanlı hakimiyetinde kalmış ülkelere gittiğinizde de oraların belli başlı eserlerinin Türkler zamanından kalma olduğunu görürsünüz. Selanik'te dikkati çeken iki eser vardır. Biri Beyaz Kule diğeri ise Makedonya Eyalet Konağı. Birincisi Kanunî, ikincisi ise İkinci Abdülhamid döneminde inşa edilmiştir. Beyrut'a gittiğinizde Osmanlı vilayet binası, Kudüs'e gittiğinizde ise şehri çepeçevre saran Osmanlı surları karşınıza çıkar.
Günümüzde, özellikle son 20 yılda Balkanlar'da, Kafkasya'da ve Ortadoğu'da kaldırılan her taşın altından Osmanlı İmparatorluğu'nun izleri çıkıyor. Altı asır süren Osmanlı İmparatorluğu, son dünya düzeniydi ve yenisi de kurulamadı.
Kimliklere saygı
Osmanlılar, fethettikleri bütün bölgelerin dini ve milli kimliklerini korumalarını sağladılar. Gerek Balkanlar'da, gerekse Ortadoğu'da olsun Osmanlılar çekildikten sonra buralardaki halkın dillerinde ve dinlerinde büyük bir değişim olmadı. Bazı ülkeler, Osmanlı fetihlerinden önceki durumlarından daha ileri bir duruma geldiler. Örneğin Osmanlı fethi sırasında Katolik olma tehlikesi ile karşı karşıya olan Sırbistan'da Ortodoksluk devam ettiği gibi, ayrıca Sırp milli kilisesi de kuruldu. Böylelikle Rum Patrikhanesi'nin nüfuzundan çıkan Sırplar, Helen kültürünün tesirinden kurtulup, milli kimliklerini yaşatabildiler.
Oysa Osmanlı İmparatorluğu'nun asırlarca kaldığı yerlerde 50-100 sene kalan İngilizler ve Fransızlar kendi dilleriyle birlikte dinlerini de dayatmışlardı. Bu iki ülkenin sömürgelerinin çoğunda resmi dil hâlâ İngilizce veya Fransızca'dır. Bu ülkelerin Osmanlı İmparatorluğu'ndan sonraki bitmek bilmeyen karışıklıkları da gözler önündedir.
Osmanlı Tarihi Kronolojisi
Osmanlı tarihçiliğinin en önemli isimlerinden biri olmasına rağmen kıymeti fazla anlaşılamamış İsmail Hami Danişmend'in beş ciltlik "İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi"nin uzun süredir baskısı yoktu. Doğu Kütüphanesi çok uzun süre uğraşarak Danişmend'in bu önemli eserini yeniden bastı.
Eserin ilk dört cildi siyasi tarihe, beşinci cildi ise Osmanlı devlet ricaline ayrılmış. Bir ek olarak hazırlanmış altıncı ciltte ise Osmanlı tarihine ait Batı dillerinden yapılmış tercümeler var.
Osmanlı tarihi konulara göre değil, kronolojik olarak gün gün anlatılıyor. Birinci ciltte 1299-1512, ikinci ciltte 1512-1574, üçüncü ciltte 1574-1703, dördüncü ve son ciltte ise 1703-1922 yılları arası anlatılıyor. Eserin özellikle 16. yüzyılı anlatan kısmı çok iyi kaleme alınmıştır. Osmanlı tarihi hakkında önemli bir müracaat eseri olan "İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi"ni tarih meraklılarına tavsiye ediyor, Doğu Kütüphanesi yayınlarını da tebrik ediyoruz.
Tarih olmadı
Osmanlı İmparatorluğu, tarihin gördüğü en büyük iki imparatorluktan birisiydi. Roma İmparatorluğu gibi Osmanlı İmparatorluğu da, tarih sahnesinden kalkmasına rağmen tesirleri devam ediyor.
Osmanlı'nın hayaleti
David Fromkin, New York Times'teki 9 Mart 2003 tarihli makalesinde şunları yazmıştı: "Bir hayalet ABD'yi pençelerine almış, rahat bırakmıyor. Bu, Osmanlı İmparatorluğu'nun hayaleti. Irak'ta, Sırbistan'da, Bosna'da, Kosova'da, Körfez Savaşı'nda, 11 Eylül saldırılarında bu hayalet bizimleydi. Osmanlı hayaletleri asla uzaklaşmadı."

Selimiye Camii kilise olmaktan son anda kurtulmuştu

Birinci Balkan Savaşı sırasında kaybettiğimiz Edirne'yi ikinci Balkan Savaşı'nda geri alamasaydık Selimiye'yi Balkanlar'daki diğer Türk camileri gibi kilise olarak görecektik.
Selimiye Camii Unesco tarafından dünya kültün mirasına alındı. Osmanlı mimarisinin en önemli eserlerinden olan Selimiye Camii Kanunî'nin oğlu İkinci Selim'in emriyle Mimar Sinan tarafından 1568 ile 1574 yılları arasında Edirne'de inşa edilmişti.
1360'lı yıllarda fethedilen Edirne 1402 Ankara Savaşı'ndan İstanbul'un fethine kadar sonra Osmanlı Devleti'ne başkentlik yapmıştı. Edirne başkentliği kaybetmesine rağmen sonraki yıllarda padişahların İstanbul dışında ençok tercih ettikleri şehir oldu. Ancak bu güzel şehrimizi 1913'te Birinci Balkan Savaşı'nda kaybetmiştik.
Balkan Savaşı
İkinci Abdülhamid politikasını, küçük Balkan devletçiklerinin aralarındaki ihtilafları körüklemek suretiyle Osmanlı Devleti'ne karşı birlikte hareket etmelerini önlemek şeklinde oluşturmuştu. İttihadçılar ise bu politikayı terkettiler.
Balkan devletleri, Rusya'nın da destek ve telkinleriyle 1912'de bir ittifak kurarak Osmanlı Devleti'ne savaş ilân etti. 8 Ekim 1912'de Balkan Savaşı çıktı. Dört küçük Balkan ülkesi, Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan ve Karadağ birleşerek Osmanlı İmparatorluğu'na saldırdılar.
Balkan Savaşı, Doğuda Trakya, Batıda Makedonya ve Arnavutluk cephelerinde cereyan ederken, denizde Yunan donanması Ege adalarına saldırarak işgale girişti. Osmanlılar, Balkan devletleriyle mücadele ederken isyan hâlinde bulunan Arnavutluk bağımsızlığını ilân etti. Osmanlı kuvvetleri, Trakya cephesinde, Doğu Ordusu komutanı Abdullah Paşa ile Harbiye Nazırı, yani Savaş Bakanı Nazım Paşa arasındaki anlaşmazlık yüzünden 22 ile 23 Ekim'de Bulgarlar karşısında ağır bir yenilgi aldılar. Bulgar orduları Çatalca'ya kadar ilerledikten sonra burada zorlukla durdurulabildi. Bu arada Şükrü Paşa Edirne'yi savunmaya devam ediyordu. Ancak Üsküp, Kosova, Priştine, Selanik birer birer düştü.
Edirne'mizi Kurtar
Balkan Savaşı'nın kötü gidişatını ve Edirne'nin düşecek bir konuma gelmesini İttihadçılar şiddetle eleştiriyorlar, bu durumu propaganda aracı olarak kullanıyorlardı. İttihadçılar, Bâbıâli'ye bir baskın düzenlenip Kâmil Paşa hükümeti düşürmeye karar verdiler. 23 Ocak 1913'teki kanlı Bâbıâli baskınıyla Kâmil Paşa hükümeti düşürüldü, Mahmud Şevket Paşa sadrazam oldu.
Hükümetin Padişah tarafından onaylanmasından sonra akşam saatlerinde Mahmud Şevket Paşa otomobille Bâbıâli'ye geldi. Orada toplanmış halk "Mahmud Şevket Paşa, Edirne'mizi kurtar" diye feryat ediyordu. Sadrazam halka hitaben kısa bir konuşma yaptı ve dağılmalarını söyledi. Kalabalık da yavaş yavaş dağıldı.
İttihatçılar, Edirne'nin bırakılması teklifini reddettiler ve savaş yeniden hızlandı, ama sürekli olarak Osmanlı Devleti aleyhine gelişti. Osmanlı Devleti, 26 Şubat'ta Edirne düşünce ateşkes talep etti.
Londra'da 30 Mayıs 1913'de imzalanan barış anlaşmasıyla, Midye-Enez hattının batısında kalan bütün topraklar müttefik Balkan ülkelerine bırakıldı. Edirne ve Kırklareli de Bulgarlar'a bırakılmıştı.
Edirne'nin Kurtarılışı
Ancak kısa bir süre sonra Balkan devletlere arasındaki anlaşmazlık savaşa yolaçtı. Sırplar ve Yunanlılar Bulgarlar'a saldırdılar. Osmanlı Devleti, Balkan devletlerinin antlaşmazlığından istifade etti. Esas itibariyle Trakya'da Bulgar askeri kalmamıştı. Çatalca ordusu kurmay başkanı ve İttihad ve Terakki liderlerinden Yarbay Enver Bey kolordusuna bağlı 300 kişilik bir kuvveti, Kuşçubaşı Eşref Bey'in komutanlığında cepheden Lüleburgaz'a kadar keşif yapmak üzere gönderdi. Bulgarlar'dan önemli bir direniş gelmeyeceği anlaşılınca ileri harekâta girişen Osmanlı askeri kuvvetleri 21 Temmuz 1913'de Edirne'yi geri aldı.
Her cephede yenilgiye uğrayan Bulgaristan barış istedi. Bulgarlar, 10 Ağustos 1913 tarihli Bükreş ve 29 Eylül 1913 tarihli İstanbul antlaşmalarıyla daha önce kazandıkları toprakların büyük bölümünü kaybettiler.
Falih Rıfkı Atay, Edirne'nin alınışını Zeytindağı isimli eserinde şöyle anlatır: "Vatan kaybı İstanbul'da çabuk unutulur. Balkan Harbi'nden şehirde canlı bir hatıra kalmıştı: Edirne! Onu geri almak ve Bulgaristan'ın yenildiğini görmekle, kalp acılarını dindirmiştik".
İkinci Selim'in Hayır Eserleri
İkinci Selim, sekiz yıllık kısa hükümdarlığına rağmen imparatorluğun mali ve askeri açıdan parlak bir döneminde olduğu için birçok eser yaptırmıştı.
Mekke'de mescid-i haram etrafında tamirat yaptırttığı gibi, şehre yeni suyolları da yaptırtmıştı. 1573'te Ayasofya Camii'nin etrafını temizletip, payandalarla camiyi kuvvetlendirdi. Ayasofya'ya iki minare ve medrese ekletti. Payas'ta yaptırdığı külliye burayı kasaba haline getirirken, Konya Karapınar da (Sultaniye) yaptırttığı eserlerle bir kasaba olmuştu. Lefkoşe fethedildikten sonra Saint Sophia Katedrali de padişahın adıyla Selimiye olarak camiye çevrilmişti.
Sinan'ın dehası
İkinci Selim Edirne'de sık sık vakit geçiren bir hükümdardı. Belki de bu yüzden Osmanlı mimarisinin en önemli eserlerinden biri olan Selimiye Camii'ni Mimar Sinan'a Edirne'de inşa ettirmişti.
1568'den sonra yapımına başlanılan Selimiye Camii 1574'te tamamlandı. Ancak İkinci Selim, rahatsızlığından dolayı Mimar Sinan'ın bu muhteşem eserinin bitmiş halini göremedi.
Edirne'ye yaklaştığınızda kilometrelerce uzaktan önce minareleri, biraz daha yaklaşınca kubbesiyle Selimiye bütün ihtişamıyla karşınıza çıkar. İstanbul gibi tepeleri ve denizden görünüş avantajı olmamasına rağmen Selimiye Camii'nin böyle konumlandırılması Mimar Sinan'ın mimarlık dehasını gösterir.
Mavi Gözlü padişah
Orta boylu, kumrala benzer sarışın, mavi gözlü ve sakallı olan İkinci Selim'in peltek konuştuğu söylenir. İkinci Selim eğlenceye ve ava fazla düşkün bir padişahtı. Şair ve âlimlerle oturup, sohbet etmeyi severdi. Kendisi de Selimî mahlasıyla şiirler yazardı.
Ayasofya'ya gömülen İlk Padişah
İkinci Selim, 1574 yılında saray mutfağının yanması üzerine dedesi Yavuz Sultan Selim'in son günlerinde de Edirne Sarayı'nın mutfağının yanmasını hatırlayıp, "böyle bir yangın atam Selim Han zamanında Edirne Sarayı'nda olmuş ve kendisi çok yaşamamıştı" demişti. Nitekim kısa bir süre sonra vefat etti. Ayasofya Camii'nin önündeki türbesine gömüldü.



 



Osmanlı'nın maneviyat erleri

Gün olmuyor ki Şeyh Edebalı'dan bahsedilmesin.
Şeyh Edebalı, Osmanlı Devleti'nin kuruluşuyla özdeşleşmiş bir maneviyat eriydi
Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluşunda ve büyümesinde etkili olan zümrelerden biri de çeşitli tarikatlara mensup şeyh ve dervişlerdi. Kumral Abdal, Abdal Musa, Geyikli Baba, Abdal Mehmed, Somuncu Baba, Emir Sultan gibi şahsiyetler kuruluş döneminin önde gelen isimleridir. Ancak bu tarikat mensuplarından Vefâiyye tarikatına mensup Şeyh Edebalı'nın adı âdeta devletin kuruluşuyla özdeşleşmiştir. Günümüze herhangi bir eseri ve sözü kalmayan Şeyh Edebalı hakkında maalesef çok az şey biliyoruz. Haşim Şahin, Osmanlı'nın kuruluşunda rol oynayan dini zümreleri ve Şeyh Edebalı'yı doktora tezinde anlatır.
Şeyh Edebalı
Karaman'da doğduğu rivayet edilen Şeyh Edebalı'nın doğum tarihini kesin olarak bilmiyoruz. Şeyh Edebalı, Karaman'da ilk eğitimini aldıktan sonra Şam'a giderek tefsir, hadis, özellikle de fıkıh konusunda eğitim aldı. Şeyh Edebalı'nın ders aldığı hocaları arasında dönemin belli başlı âlimlerinden Sadreddin Süleyman ve Cemâleddin Hasırî de vardır. Şam'dayken Muhyiddin İbnü'l-Arabî ile görüştüğü de rivayet edilir.
Şeyh Edebalı, Şam'daki eğitimini tamamladıktan sonra Anadolu'ya dönerek Osmanlı Beyliği'nin kurulacağı topraklara yerleşti. Burada Eskişehir'e bağlı İtburnu bölgesinde bir tekke kurup, bu bölgeyi yerleşime açtı.
Vefâiyye tarikatına bağlı olan Şeyh Edebalı, kısa sürede büyük şöhrete sahip oldu. Çevre halkının büyük hürmet beslediği, kerameti zahir ve hanesinden misafir eksik olmayan dinî bir şahsiyetti. Şeyh Edebalı'nın bir ahi reisi olduğu söylenir ama asıl ahi olan kardeşi Şemseddin ve yeğeni Hasan'dır.
Osman Gazi, beyliğini kurduktan sonra fetva görevini kayınpederi Edebalı'ya verdi. Bilecik ele geçirildikten sonra da bölgenin gelirini ona bıraktı. Uzun bir ömür süren Şeyh Edebalı, 1326'da Bilecik'te vefat etti.
Rüyadan Cihan Devleti'ne
İlk Osmanlı tarihçileri Osman Gazi'nin devlet kuruşunu bir rüya motifiyle anlatırlar. Tarihlerin çoğunda rüyayı gören Osman Gazi iken bazı eserlerde ise babası Ertuğrul Gazi'dir. Anonim Tevârih-i Âl-i Osman'da rüya şöyle anlatılır:
"Râviler şöyle rivayet ederler ki, Osman Gâzi'nin dünyaya gelmesine sebep ne oldu? Takdirde var idi, olsa gerek idi. Hâk Teâlâ verdiğine kimse mani olamaz. Ertuğrul hâl-i hayatta iken bir gece düş gördü. Bir acayip vâkıa görüp o vâkıadan uyanıp sabah namazını kıldı. Kılık değiştirip doğru Konya'ya vardı. Orada rüya tabir eden bir kişi bir var idi. Adına Abdülaziz derlerdi, sâhib-i kemâllerden idi, rüya ilmini bilirdi. Ertuğrul düşünü ana anlattı. Amma bazıları dediler ki bu düşü tabir iden bir aziz Şeyh idi, adına Edebalı derlerdi, kerâmeti zâhir olmuş idi. Sultan Alâeddin dahi ona itikat etmiş idi.
Ertuğrul geldi, ol düşü o şeyhe anlattı. Ya Şeyh! Gördüm ki, senin koynundan bir ay doğar gelir benim koynuma girer. Bu ay koynuma girdikten sonra göbeğimden bir ağaç biter, gölgesi âlemleri tutar. Gölgesinin altında dağlar olur. Her dağın sular olur çıkıp akar. Bu çıkan sulardan kimi içerler ve kimi bağlar ve bahçeler sularlar ve çeşmeler akıtırlar. O uykudan uyandım. Düşüm budur dedi. Şeyh bu düşün tabirden fikredip, şöyle söyledi: 'Ya yiğit! Senin bir oğlun ola. Adı Osman ola. Çok gazâlar ide. Sana müjdeler olsun kim senin nesline padişahlık verildi, mübarek olsun' dedi. Dahi 'Benim kızımı olgun Osman ala. Andan çok oğlanları ola. Padişah olalar' dedi. Pes bir zamandan sonra Osman vücuda geldi."
Bize köy yeter
Şeyh Edebalı'nın müritlerinden Derviş Durdu oğlu Kumral Dede denen bir derviş vardı. Yaygın inanışa göre, Kumral Abdal, kendisine Hızır Peygamber yahut o bölgede yaşayan gayb erenlerinden birisi tarafından hükümdar olacağı haber verilen Osman Gazi'ye bu kutlu haberi müjdelemişti:
Kumral Abdal, Osman Gazi'ye, "Ey Osman! Sana padişahlık verildi. Bize de bir şükran borcu vermen gerek" deyince, Osman Gazi "Ne vakit padişah olursam sana bir şehir vereyim" dedi. Derviş ise "Bize şu köyceğiz yeter. Şehirden vazgeçtik" cevabını verdi. Osman Gazi bu isteği kabul etti. Ancak derviş "Öyleyse bize bir kâğıt ver" dedi. Osman Gazi, bu söz üzerine "Ben yazmak bilir miyim ki benden kâğıt istersin. İşte bir kılıcım var. Babamdan ve dedemden kalmıştır. Onu sana vereyim. Bir de maşrapa vereyim. Birlikte senin elinde olsunlar. Neslinden gelecekler bu nişanı saklasın. Eğer Hak Teâlâ beni padişahlığa eriştirirse benim neslim dahi bu alameti görüp kabul etsinler, köyünü almasınlar" cevabını vermişti.
Osman Gazi, Kumral Abdal'ın söyledikleri doğrulanınca onun için Ermeni Derbendi denilen bölgede bir zaviye yaptırıp, bu zaviyeye araziler vakfetti.
Şeyh Edebalı'nın torunu
Osmanlı tarihleri, Osman Gazi'nin oğlu Orhan Gazi'nin annesinin Şeyh Edebalı'nın kızı Malhun Hatun olduğunu belirtir. Böylece Osmanlı hanedanı ile Şeyh Edebalı arasında soy birliği oluşturulur. Ancak, İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın yayınladığı Orhan Gazi'nin 1324 tarihli vakfiyesinden Malhun Hatun'un Ömer Bey isimli birinin kızı olduğu ortaya çıkmıştır.
Şeyh Edebalı'nın kızı Bâlâ Hatun olup, Orhan Gazi'nin kardeşi Alaeddin'in annesidir. Orhan Gazi, tahta çıktığında da kardeşi Alaeddin derviş olup, devlet işlerine karışmamıştı.
120 sene ömür sürdü
Şeyh Edebalı, 120 sene ömür sürdükten sonra, 1326'da Bilecik'te vefat etmişti. Mezarı Bilecik'te, zaviyesinin bulunduğu yerdedir. Hazirede kızı Bâlâ Hatun'un mezarı da bulunmaktadır. Ayrıca, Eskişehir'de Odunpazarı semtinde bir makamı vardır.
İkinci Abdülhamid tamir ettirdi
Şeyh Edebalı ve kızı Bilecik'te vefat ettikten sonra gömüldükleri yere Orhan Gazi tarafından bir türbe ve yanına da bir zaviye yaptırıldı. Bilecik'te es­ki şehrin sınırında, çevreye hâkim kaya­lık bir tepenin üzerinde yer alır. Zaman içinde çeşitli birtakım eklerle genişletilen zaviye 1880'li yılların sonunda İkinci Abdülhamid tarafından tamir ettirildi.
Kolonizatör Türk dervişleri
Türk tarihçiliğinin önemli isimlerinden Ömer Lütfi Barkan'ın "kolonizatör dervişler" olarak adlandırdığı dervişler Bursa'nın fethinden itibaren birçok bölgenin fethedilmesinde önemli rol oynadılar. Fetihten sonra ise padişahlar tarafından vakfedilen topraklarda bölgeyi Türk yerleşimine açtılar.
Değişik tarikatlara mensup şeyh ve dervişler Balkanlar'ın Türkleşmesinde önemli rol oynadılar. Anadolu'dan ahiler ve dervişlerle beraber gelen göçmenlere fethedilen bölgelerde yeni yurtlar açmak bu yeni topraklarda tutunmanın ve yaşamanın tek yoluydu. Ahilerin ve dervişlerin zaviyeleri ile çiftlikler yeni Müslüman köylerin çekirdeğini teşkil etti.

İstiklâl savaşını yapan Meclis boykot ediliyor

Meclis'le tanışalı 150 yıl bile olmadı.
Ancak Meclis ve halk iradesi her zaman bizim tarihimizde önemli oldu. İstiklal Savaşımızı bile Meclis'le yaptık
Meclis boykotu gündemde. Meclis'i boykot etmemesi gereken dünyada tek devlet kalsa onun da Türkiye olması gerekir. Özellikle CHP'lilerin unutmaması gereken en önemli nokta Türkiye Cumhuriyeti'nin tarih sahnesine çıkışını sağlayan en önemli güç olduğundan dolayı Meclisimizin bizim için dünyadaki her milletten daha fazla önemli olduğudur. Bağımsızlık mücadelesi veren milletler genelde bir komite, aşiret lideri veya dini bir önder tarafından yönetilirken biz Milli mücadele'yi halkın temsilcisi olan TBMM ile yaptık. Birinci TBMM konusunda Ali Güler, Ali Satan, İhsan Güneş, Rıdvan Akın ve Ahmet Demirel'in çalışmalarından teferruatlı bilgi öğrenilebilir.
Meclis'in işgali
Birinci Dünya Savaşı'nda büyük bir mağlubiyete uğrayan Osmanlı İmparatorluğu Mondros Ateşkes Antlaşması ile teslim oldu ve topraklarımız işgal altına girdi. Bütün olumsuzluklara rağmen tarih boyunca esareti kabul etmeyen Türk milleti Anadolu'da ardı ardına kongreler yaparak Milli Mücadele'nin altyapısını hazırlamaya başladı.
Mustafa Kemal Paşa'nın 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkmasıyla Milli Mücadele liderini de bulmuştu. Mustafa Kemal Paşa'nın da Erzurum mebusu olarak üyesi bulunduğu ancak fiilen katılmadığı son Osmanlı Mebusan Meclisi 28 Ocak 1920'de "Misak-ı Milli"yi kabul etti ve 17 Şubat 1920'de de bütün dünyaya duyurdu. Misak-ı Milli, Türk Milleti'nin çekilebileceği son noktayı gösteriyor ve 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkes Antlaşması sonrasında yapılan tüm işgalleri reddediyordu.
İtilaf devletleri, bu durum üzerine 16 Mart 1920'de İstanbul'u resmen işgal ettiler. Meclis işgal kuvvetlerince kuşatıldı ve bazı milletvekilleri tutuklandı. Mebusan Meclisi, bu gelişmeler üzerine "mebusluk vazifesinin yapılması için uygun bir ortam oluşuncaya kadar" çalışmalarına ara verdi. Sultan Vahdeddin de 11 Nisan 1920'de Son Osmanlı Mebusan Meclisi'ni tatil etti.
İstanbul'un işgaline hemen tepki koyan Erzurum mebusu ve Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa Kemal Paşa, iki gün boyunca gelişmeleri ordu komutanlarıyla değerlendirdi. İstanbul'un işgalinden üç gün sonra 19 Mart'ta bir genelge yayınladı. Bu genelgeyle Meclis'in Ankara'da açılması için davette bulundu. Aynı davet Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi Celaleddin Arif tarafından da yapıldı. Mustafa Kemal Paşa Osmanlı Mebusan Meclisi üyelerinden Ankara'ya gelebilenlerin de Meclis'e katılacaklarını söylüyordu.
Dualarla açıldı
Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa Kemal Paşa imzasıyla 21 Nisan 1920'de kolordulara, valiliklere, müdafaa-i hukuk heyetlerine ve belediye başkanlarına çok acele kaydıyla telgraf çekilerek, "Yüce Allah'ın lütfuyla Nisan'ın 23'üncü Cuma günü, cuma namazından sonra, Ankara'da Büyük Millet Meclisi açılacaktır..." denilmiş ve 23 Nisan günü Meclis'in açılış tören programı bildirilerek bunun halka duyurulmasını istenmişti.
Meclis'in açılacağı gün Ankara'ya 120 kadar mebus ulaşmıştı. Hacı Bayram Camii'ndeki cuma namazında müthiş izdiham vardı. Namazdan sonra tekbirlerle Meclis'e doğru yola çıkıldı. Hacı bayram Veli'nin üzerinde ayetler yazan sancağı ve Sinop Mebusu Hoca Abdullah Efendi'nin başı üzerinde taşıdığı yeşil örtülü bir rahlede Kur'an-ı Kerim ve Sakal-ı Şerif kalabalığın önündeydi.
Fehmi Hoca yüksek sesle hatim duası okunduktan sonra Mustafa Kemal Paşa tarafından kurdele kesilerek Meclis açıldı. İçeri giren bütün mebuslar sıralara oturmuştu. Hoca mebuslar Meclis'te hep bir ağızdan dua ediyor ve Buhari-i Şerif okuyorlardı. Bayraklarla süslenen kürsüye Hacı Bayram Veli'nin sancağı dikildi. Kur'an-ı Kerim ile Sakal-ı Şerif de kürsüye kondu.
1088 gün çalıştı
24 Nisan 1920'de yapılan ikinci toplantıda Mustafa Kemal Paşa Meclis başkanlığına seçildi. Meclis'e bir süre ne isim konulacağı düşünüldükten sonra Büyük Millet Meclisi'nde karar kılındı. Meclisimiz 8 Şubat 1921'den sonra ise Türkiye Büyük Millet Meclisi adını aldı.
Ankara'da açılan meclis yeni bir meclis değil İstanbul'da kapatılan meclisin devamıydı. Bu yüzden ilk gündem İstanbul'daki meclisin kaldığı son gündem olmuştu.
TBMM, Mustafa Kemal Paşa'nın liderliğinde tatil yapmadan çok zor şartlar altında İstiklal Savaşımızı yönetti. 1088 gün faaliyette bulundu. Çok zor geçen üç yıllık bir çalışma sonunda Türkiye'ye bağımsızlığını kazandırdığı gibi saltanatı da kaldırdı ve yeni Türk devletinin temellerini attı. 23 Nisan 1920'de göreve başlayan birinci TBMM, 1 Nisan 1923'te seçim kararı aldıktan sonra 16 Nisan'da çalışmalarını sona erdirdi.
Partisiz Meclis
23 Nisan 1920 tarihinde Ankara'da açılan Büyük Millet Meclisi'nde herhangi bir fırka (parti) yoktu. Mebuslar, bir parti adına seçilmemişlerdi. Müdafaa-i Hukuk hareketi daha Sivas Kongresi'nde İttihatçı partizanlığa tepki olarak fırkacılığı reddetmişti. Milli kurtuluş hareketine partiler üstü nitelik vermek için bu tutum benimsenmişti.
Ancak siyasi fikirlerin farklılığından dolayı gruplar oluştu. Müdafaa-i Hukuk Grubu 10 Mayıs 1921'de kurulmuş, başkanlığına Mustafa Kemal Paşa'yı seçmişti. Müdafaa-i Hukuk Grubu, Birinci Grup olarak anılırken ve bu grubun dışında kalanların kuracağı gruba da İkinci Grup denildi. Müdafaa-i Hukuk Grubu, 9 Eylül 1923'te Halk Fırkası'na dönüştü.
Hâkimiyet Milletindir
Mecliste kürsünün üzerine "Hâkimiyet bila kayd-u şart milletindir" levhası asılmıştı. 20 Ocak 1921'de kabul edilen 23 maddelik anayasada hâkimiyetin millete ait olduğu yazılmış, yasama ve yürütme yetkilerini de milletin tek ve gerçek temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi'nde toplandığı vurgulanmıştı. Hükümetin adına da Büyük Millet Meclisi Hükümeti denmişti.
Meclisin açılışı
Yetmiş beş yaşındaki emekli Maarif Müdürü Sinop mebusu Şerif (Avkan) Bey, "... Milletimizin dahili ve harici istiklal-i tam dahilinde mukadderatını bizzat üstlendiğini ve idare etmeye başladığını bütün cihana ilân ederek Büyük Millet Meclisi'ni açıyorum" diyerek Meclis'i açmıştı.
İlk Yemin
Büyük Millet Meclisi'nde mebuslar, "Makam-ı hilafet ve saltanatın, vatan ve milletin istiklal ve istiklasından başka bir gaye takip etmeyeceğime vallahi!" şeklinde yemin etmişlerdi.

Futbol 1880'lerde İstanbul'da oynanmaya başlayınca polis takibatı da hemen başlamıştı

Futbol ilk dönemlerinde belli bir kuralı olmadan oynanan bir oyundu.
Oyuncu sayısı sınırlaması olmadan iki köy halkı birbiriyle tarlalarda, meydanlarda kafa göz kırarak, hatta evleri bile yıkarak mücadele ederdi. 19. yüzyılda Londra kulüp kaptan ve temsilcileri bir barda toplanarak Football Association'ı kurmalarından sonra futbolun ilk kuralları olan Cambridge Kuralları tespit edildi. Cambridge Kuralları, futbola İngiliz damgasının vurulmasına sebep oldu.
Futbol İstanbul'da 1880'lerde oynanmaya başladı
Futbol 19. yüzyılın son çeyreğinde Türkiye'de de oynanmaya başladı. Ülkemize futbolu getirenler yabancılardı. İlk olarak İzmir ve Selanik gibi şehirlerde oynanan futbol 1880'lerde İstanbul'da da oynanmaya başlandı.
İstanbul'da oturan yabancılar ve gayrimüslim Osmanlı vatandaşları, Kadıköy ve Moda'da futbol oynadılar. Fenerbahçe'nin kuruluş yeri olan Kuşdili Çayırı, futbolun İstanbul'da ilk oynandığı yerdi. Yabancılar ve gayrimüslim Osmanlı vatandaşları hafta sonları ailece Kuşdili Çayırı'na veya İstanbul'un mesire yerlerine gidiyor, hem eğleniyor hem de çayırda futbol oynuyorlardı. Ancak zaman Sultan İkinci Abdülhamid dönemi olduğu için futbol sıkı bir takip altındaydı. Osmanlı güvenlik görevlileri futbol oynayanları sıkı sıkı takip edip, durumu merkeze bildiriyorlardı.
Türk futbol tarihi yazılmamıştır. Bunun da sebebi arşiv ve kütüphanelerde araştırma yapılmadan futbol tarihimizin sadece kulaktan dolma bilgilerle anlatılmasıdır. Ülkemizin önde gelen tarihçilerinden Prof. Dr. Vahdettin Engin ile yaptığımız ve yakında yayınlayacağımız araştırmamız futbol tarihimizi belgeler ışığında aydınlatacak.
Osmanlı Arşivleri'nde, futbol oyununa dair tespit edebildiğimiz ilk belge 23 Kasım 1890 tarihlidir. Belgede, Moda'da ikamet eden İngiliz uyruklu Mösyö Witt'in oğullarının nezareti altında, 20-25 kadar genç İngiliz'in önceki yıllarda olduğu gibi futbol oynadıklarından söz ediliyor. Belgede "önceki yıllarda olduğu gibi" kavramının epeyce kullanılmış olması, 1890 yılından önce de yabancıların kendi aralarında futbol müsabakaları tertip ettiğini gösteriyor.
Kalelere kapı dediler
İngilizler başta olmak üzere çeşitli milletlerden yabancılar, özellikle İstanbul'un Anadolu yakasındaki muhtelif yerlerde futbol oynadılar. Kuşdili Çayırı, Göksu Çayırı, Küçüksu Çayırı futbol için tercih edilen yerlerdi. Futbol oynamak için 100 kişi civarında insanın bir araya toplanması yetkilileri rahatsız etmişti. Özellikle Üsküdar Mutasarrıflığı futbol oynamaya gelenleri takip edip, merkeze rapor sunmuştu.
Osmanlı görevlileri oynanan oyunu, "İki tarafı kapı şeklinde konulmuş ve etrafına set çekilmiş bir daire içinde lastikten yapılmış bir top ile oyun oynadılar" şeklinde tarif etmişlerdi.
Kandilli, Tarabya, Bebek, Beyoğlu, Kadıköy ve Moda gibi yerlerde ikamet eden kişiler, İngiliz Elçiliği personeli, İngiliz, İtalyan, Fransız ve Rum okullarının öğrencileri futbol oynamaktaydı. Futbolun Türkiye'deki İlk günlerinde Türkler fazla görünmedi. 1890'lı yılların sonuna doğru Türkler de futbol oynamaya başladılar. 1904'te İstanbul Futbol ligi kurulup maçlar yapılmaya başlandı.
Jandarma nezaretinde maç
Futbol oynamaya gelenlerin hangi zamanlarda oynadıkları tespit edilip, ona göre önlem alınmıştı:
"Kadıköy sakinlerinden Banker Mösyö Duka Depikali ve Banker Mösyö Edvard ile kadın erkek yüz kişinin dün yerel saatle beş buçuk sularında istimbotla Göksu iskelesine çıktıkları görülmüştür. Bu kişilerin Göksu Çayırı'nda top oynayarak vakit geçirdikleri ve akşam ezanından bir saat önce Kadıköy'e geri döndükleri Jandarma raporundan anlaşılmıştır. Yapılan araştırmada bu kişilerin bundan sonra da her cumartesi Göksu'ya gelip top oynayacakları belirlendiğinden, herhangi bir olumsuzluğun cereyan etmemesi için gereken dikkat gösterilmektedir. 10 Temmuz 1897
Üsküdar Mutasarrıfı."
Futbol oynayanlar her hafta düzenli olarak takip edildi
Futbol oynayanlar yabancı olunca bir müdahale yapılmamış ama düzenli olarak Üsküdar Mutasarrıflığı tarafından takip edilip, merkeze rapor edilmişti:
"Dün Beyoğlu ve Moda İngiliz muteberanından yüz kişi aileleriyle birlikte Kuşdili Çayırı'na gelmişler ve mutad olduğu üzere lastikten yapılmış top oyunuyla iştigal edip akşam saatlerinde dağılmışlardır. Bu sırada zabıta gereken tedbirleri almıştır. Bilginize sunulur. 17 Ağustos 1901
Üsküdar Mutasarrıfı."
Zaptiye Nezareti'nin futbol oynayanları takibatı
Futbolun İstanbul'da oynanmaya başlanmasıyla ilgili ilk bilgi Zaptiye Nezareti tarafından hazırlanan bir takibat kaydıdır:
"Kadıköy Moda'da ikamet eden İngiltere Devleti tebaasından Mösyö Vitek'in oğullarının nezareti altında olmak üzere İstanbul'da oturan 20-25 kadar genç İngiliz'in geçen yıllarda olduğu gibi dünkü cumartesi günü de Kuşdili Çayırı'nda toplanarak iki tarafı kapı şeklinde konulmuş ve etrafına hat çekilmiş bir daire içinde lastikten mamul top ile oynadıkları görülerek olay soruşturulmuştur.
Yapılan tahkikatta, oyunun yardımsever İngilizler tarafından mektepler yararına düzenlendiği, bu vesileyle toplanacak yardımın, İngiliz delikanlılarının oynadığı oyun kim tarafından kazanılırsa onlar tarafından mekteplere bağışlandığının kabul edileceği anlaşılmıştır. İngilizler'in, bu maç yapılana kadar her cumartesi günü toplanıp talimlerine devam edecekleri de öğrenilmiştir. Üsküdar Mutasarrıflığı esas maçın ne zaman yapılacağını, ne miktar para toplanacağını ve hangi mekteplere dağıtılacağını da araştırmaktadır. Bütün bunlar yaşanırken herhangi bir uygunsuzluğun meydana gelmemesi için tedbirler alınması ve gelişmelerin Zaptiye Nezareti'ne bildirilmesi gerekmektedir. 23 Kasım 1890."
Futbolun kurallarını İngilizler koydu
Futbol denince aklımıza hemen bu sporun anavatanı İngiltere gelir. Ancak futbol İngilizler'in icat ettiği bir oyun değildir. İngilizler, ilk futbol kurallarını tespit ettikleri için futbol İngilizler'le özdeşleşmiştir.
Futbolun anavatanı Çin'dir
Baruttan, matbaaya birçok icatta olduğu gibi futbolun da ilk oynandığı yer Çin'dir. Çinliler, M.Ö. 4 binli yıllarda içi tüyle dolu bir topla futbol oynuyorlardı. Kıta Avrupa'sında Galya'da, yani Fransa'da "seault" ismiyle gördüğümüz bu oyun, Fransızlar'ın 11. yüzyılda adayı işgaliyle İngiltere'ye gitti.

Fenerbahçe’nin kuruluş belgesi

Fenerbahçe'nin kuruluş belgesinde Fenerbahçe'nin kuruluş amacı "Beden ve fikir eğitimini yaygınlaştırmak, vatan gençlerini hayat mücadelesine, sıkıntılara ve savaşmaya alıştırmak" olarak zikrediliyor
1880'lerde futbol İstanbul'da oynanmaya başlandı. Futbolun İstanbul'da ilk oynandığı yer Kadıköy'de bugün Fenerbahçe Stadı'nın olduğu yerdi. İstanbul'da oturan yabancılar ve gayrimüslim Osmanlı vatandaşları, Kadıköy ve Moda'da futbol oynadılar. Fenerbahçe'nin kuruluş yeri olan Kuşdili Çayırı, futbolun da İstanbul'da ilk oynandığı yerdi. Yabancılar ve gayrimüslim Osmanlı vatandaşları hafta sonları ailece Kuşdili Çayırı'na veya İstanbul'un mesire yerlerine gidiyor hem eğleniyor hem de çayırda futbol oynuyorlardı. Ancak futbol oynamak için kalabalıklar bir araya geldiği için müsabakalar sıkı bir takip altındaydı. Bu yüzden Türk gençleri futboldan uzak duruyorlardı.
Siyah Çoraplılar
1897'de Kadıköy'de, İngiliz ve Rumlar'dan oluşan "Football Association" kulübü kuruldu. Türkler de futbola ilgi duyuyor, ancak Sultan Abdülhamid insanların toplantılar yapmaları ve kalabalık gruplar oluşturmalarını istemediği için kulüp kuramıyorlardı. Reşat Danyal, Fuat Hüsnü ve arkadaşları 1899'da Black Stocking (Siyah Çoraplılar) isimli futbol kulübünü kurdular. Kulüplerine İngilizce isim koyarak, resmi takibattan kurtulmayı ummuşlardı.
Kurucular arasında yer alan Fuat Hüsnü yapabildikleri kadarıyla o dönemdeki faaliyetlerini şöyle anlatır: "Siyah Çoraplılar Kulübü'nün hayat ve faaliyeti pek kısa ve sönük geçti. Kulübün binası olmadığı için kulüp üyesi Hurşit Ağa'nın kahvesinde oturulurdu. Malzeme diye de bir şey yoktu. Yalnız bir top ile Papazın Çayırı'nda devamlı şekilde antrenman yapılırdı. Kulübün başkanı Reşat Danyal Bey, elinde düdük bildiği kadarını öğretmeye çalışır, fazlasını da oyuncular antrenmanda kendi yetenekleriyle öğrenmeye çalışırlardı. Kaptan Mehmet Ali Bey ince kadınsı sesiyle; "çarp", "devir" gibi sözlerle oyuncuları uyarırdı. Çarpmanın ve devirmenin yolunu bilmeyen oyuncular itişe kakışa çamur içine yuvarlanırlardı.
Black Stocking, bir süre sonra dağıldı. Ancak Türkler'in içindeki futbol aşkı sönmemişti. Nurizade Ziya Bey, Ayetullah Bey ve Necip Bey'in başını çektiği bir grup Türk, Kuşdili Çayırı'nda 1907'de Fenerbahçe'yi kurdu.
Kulüplerin tescili kuruluşlarından sonra oldu
Sultan İkinci Abdülhamid zamanında dernekler kanunu olmadığı için kurulan spor kulüplerinin hiçbir resmi özelliği yoktu. Dernekler kanunu İkinci Meşrutiyet'ten sonra 1909'da çıkarılmış ve bu tarihten sonra birçok dernek kurulmuş ve daha önce gayriresmi olarak kurulmuş olanlar da tescil edilmiştir. Örneğin Fenerbahçe 1907'de kurulmasına rağmen resmi tescili 1913'tür.
Burada yayınladığımız belge, futbol kulüplerimiz hakkında ilk resmi Osmanlı belgesidir. Derneklerin çoğalmasından sonra Emniyet Müdürlüğü İstanbul'da faaliyet gösteren derneklerin hangileri olduğunu kayda geçirmiştir. Fenerbahçe ile ilgili kayıtta 1907'de Kuşdili Çayırı'nda kurulan ve halen başkanlığını Hamid Hüsnü (Kayacan) Bey'in yaptığı Fenerbahçe Spor Kulübü'nün kuruluş amacı "Beden ve fikir eğitimini yaygınlaştırmak, vatan gençlerini hayat mücadelesine, sıkıntılara ve askeri seferlere (savaşmaya) alıştırmak" olarak zikredilmektedir.
FUTBOL KULÜPLERİMİZ HAKKINDA İLK RESMİ BELGE
FENERBAHÇE SPOR KULÜBÜ
Kuruluş amacı: Beden ve fikir eğitimini yaygınlaştırmak, vatan gençlerini hayat mücadelesine, sıkıntılara ve askeri seferlere (savaşmaya) alıştırmak.
Yeri: Kuşdili Çayırı
Kuruluş tarihi: 1907 (Rumi 1323)
Reis-i umumi: Hamid Hüsnü Bey, Genel kaptan: Galip, Mali işler: Hakkı, Genel sekreter: Hüseyin Hüsnü.
İstanbul Ligi
İzmir'de futbolun öncülüğünü yapanlardan James La Fontaine, 1889'da İstanbul'a yerleşti. Böylece onun girişimleri ile futbol İstanbul'da da oynanmaya başladı. İstanbul'da ikamet eden yabancılar ve gayrimüslim Osmanlılar, kendi aralarında oluşturdukları takımlarla, Kadıköy ve Moda'da futbol maçları düzenlediler.
1904 yılında İstanbul Futbol ligi kurulup maçlar yapılmaya başlandı. 1906-1907 sezonunda İstanbul ligi şampiyonluğunu Kadıköy Kulübü kazandı. Bu lige 1906'dan beri katılan Galatasaray ilk şampiyonluğunu 1908-1909 sezonunda elde etti. 1909-1910 sezonundan itibaren ise Fenerbahçe de İstanbul liginde yer almaya başladı. Fenerbahçe bu ligdeki ilk şampiyonluğunu 1911-1912 sezonunda kazandı
Harp hatıraları
Hatıralar tarihçilerin en vazgeçemedikleri kaynaklardır. Bizim tarihimizde yoğun olarak hatıratın yazıldığı dönem Meşrutiyet ve Milli Mücadele dönemi olmuştur.
Yeni yayınlanan bir hatırat ise Birinci Dünya Savaşı'ndan İstiklal Savaşı'na kadar birçok cephede çarpışan Mehmet Sinan Özgen'in harp hatıraları. Mehmet Sinan Özgen'in dört cilt olarak kaleme aldığı hatıralarından bulunan ikinci cildi Servet Avşar-Hasan Babacan ve Muharrem Bayar tarafından İş Bankası Kültür Yayınları arasında neşredildi. Bu kısım Mehmet Sinan Özgen'in Çanakkale, Irak ve Kafkas cepheleriyle ilgili hatıralarını ihtiva ediyor. Öğretmen okulundan mezun olduktan sonra Birinci Dünya Savaşı'nın çıkmasıyla topçu subayı olarak orduya katılan Mehmed Sinan Özgen başından geçenlere, katıldığı çarpışmaları, çektiği sıkıntıları iyi bir gözlemci olarak teferruatlı bir şekilde kaleme almıştır.
Alay komutanları Kara Emin'in Çanakkale'ye giderken söylediği şu sözler İstanbul'un kıymetini nasıl bildiklerini gösteriyor: "Efendiler! Dünya yüzünde şehirler, kasabalar her yerde bulunur. Her yakada su ve deniz vardır -Boğaz ve İstanbul'u göstererek- fakat hiçbir yerde Allah'ın özenerek yarattığı bu güzellik yoktur. Eğer dünya bir devletin hâkimiyeti altında olsa idi, mutlaka imparatorluk merkezini İstanbul'da kurardı".
Bilmediğimiz bir hatıratı bize kazandıran ve yıllardan beri ortak çalışma yaparak birçok eser yayınlayan Servet Avşar ve Hasan Babacan'ı tebrik ediyor, hatıratın kayıp ciltlerinin de bulunmasını temenni ediyoruz.
İlk futbol takımları
1902 yılında İngilizler ve Rumlar'ın oluşturduğu Kadıköy Futbol Kulübü'nde doğan bir anlaşmazlık üzerine bazı İngilizler ayrıldılar. 1903'te tamamen İngilizler'den oluşan Moda Futbol Kulübü'nü kurdular. Bu kulübü, çoğunluğu Kadıköylü Rumlar'dan oluşan Elpis takımı takip etti. Bunlara İngiliz elçilik personel takımı Imogene de katıldı.
İlk şampiyon
1904 yılında İstanbul Futbol ligi kurulup maçlar yapılmaya başlandı. Lig kurulu başkanı İngiliz James Lafontaine idi. İstanbul liginin ilk yılı olan 1904-1905 sezonunda müsabakalar sonucu Imogene birinci, Moda Futbol Kulübü ikinci, Kadıköy Futbol Kulübü üçüncü ve Elpis takımı da dördüncü oldu.