20 Haziran 2012 Çarşamba

Atatürk'ün bilinmeyen kız kardeşi-MUSTAFA ARMAĞAN

Atatürk: Yazılarak unutturulan lider. Yazılması istenenler köpürtülerek, istenmeyenler sükûta büründürülerek unutturulan demek daha doğru.

Hakkında yazılan binlerce kitap, makale ve derlemenin onun üzerini toz, hatta toprak bulutuyla kaplamış bulunması, bugünün olduğu kadar geleceğin tarihçisini de deveye hendek atlatmak ya da bu diyara hiç uğramamak seçeneklerinden birini tercihe zorlayacaktır.
Misal mi? Geçen hafta Başbakanlık Arşivi'ndeki aslını yayınladığım Atatürk'ün hazineye bağışladığı çiftlikleri (ki mal varlığının sadece bir kısmıydı). Tarihçilik ilk, orijinal kaynağa ulaşmaktır. Peki onun ekmeğini yiyen bu kadar kurum olduğu halde çiftlik meselesini burunlarının dibindeki Cumhuriyet Arşivi'nden incelemeye neden yanaşmamışlardır?
Önümde Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu gibi şatafatlı bir unvana sahip kurumun Atatürk Araştırma Merkezi tarafından 2006'da yayınlanan "Atatürk Orman Çiftliği'nin Tarihi" kitabı duruyor. Yazarı da bir prof.: İzzet Öztoprak. Üstelik metin kısmı 134 sayfa tutan bu kitabı iki prof. da incelemiş! Gelgelelim geçen hafta düzelttiğim maddi bir hata aynen bu 'bilimsel' eserde de tekrarlanmış. Güya Atatürk bir 'çelik' fabrikasına ortakmış. Hayır efendim, çelik değil, 'çeltik' fabrikasına ortaktı. Düzelt düzeltebilirsen.
Aynı takım hücum üstüne hücum tazeliyor. Vay efendim, daha ne istiyorsun, bak ne güzel çiftliklerini hazineye bağışlamış vs. Ben bu kadar mal varlığını nereden edindiğini sorgulamadım ki? Sadece belgedeki dökümü aktardım. Dökümü verince akla bu sorunun geleceğini pekala biliyorlar çünkü ve hemen savunmaya geçiyorlar. Oysa asıl soruları bu haftaya saklamıştım:



1) Atatürk 155 bin dönüm arazi, şu kadar inek, koyun, tavuk (ve yazmayı unuttuğum 58 adet merkep) vesaire demirbaşları Hazineye hangi şartlarda devretmişti?
2) Devretmeseydi bu mallar kime veya kimlere kalacaktı?
İlk sorudan başlayalım.
İsmet İnönü'nün "Hatıralar"ı (Bilgi Yay., 3. baskı, 2009, s. 544-545) çarpıcı bir iddiayı dile getirmekte. 'En yakın arkadaşı' diye sunulan İnönü'ye göre Atatürk, Orman Çiftliği'ni Tarım Bakanlığı'na (Ziraat Vekaleti) satmaya çalışıyormuş. Buna itiraz etmiş. Çiftliklerde hükümet ve devletin de büyük emeği bulunduğunu, dolayısıyla "hazine yardımı ile meydana gelmiş bir eseri tekrar hazineye satma"nın doğru olmayacağını söyleyen İnönü'ye Atatürk "Öyleyse ne yapayım?" diye sormuş. O da "Bilmiyorum" demiş. Bunun üzerine Atatürk "Vereyim ama nereye vereyim?" diye sormuş. İnönü de "Hazineye ver" diyerek çiftliklerin hazineye devrinin kendi tavsiyesi üzerine gerçekleştiğini anlatmış. İnönü bombanın pimini çekmeyi ihmal etmez:
"Aslında çiftliği elden çıkarma(sı)nın bir sebebi de zarar etmesi(ydi). Ondan kurtulmak için satış muamelesi düşünülüyor."
Yani zarar eden çiftliği devlete satarak zarardan kurtulmak istemektedir Atatürk. Bunu kim söylüyor? Devrin Başbakanı. Nerede söylüyor? Sabahattin Selek'e anlattığı hatıralarında. Başka ne söylediğini merak ettiniz mi? Öyleyse özetleyerek okumaya devam:
"İkincisi, çiftlik hazineye devrediliyor, fakat bira fabrikası devredilmiyor. Pekala dedim, sahibi Atatürk olduğu için Tekel (İnhisar) Bakanlığı Atatürk ile mukavele imzalayacak. Atatürk'le konuştum. Bakanlıkla mukavele yapacaksınız dedim. Güldü. 'Nasıl olacak?' dedi. 'Bu olmayacak. Karşı karşıya geçeceğiz de devlet başkanı ile hükümet olarak tekel mukavelesi yapacağız, olmaz bu' dedim."
İnönü'nün söylediklerinde iki önemli nokta öne çıkıyor: 1) Atatürk çiftlikleri zarar ettikleri için devlete satmak istiyor ama buna kendisi engel oluyor. 2) Sonunda hazineye bağışlıyor ama kâr eden bira fabrikasını listeden çıkartıyor, buna da İnönü engel oluyor. Cumhurbaşkanının bir bakanıyla karşı karşıya geçip fabrikası için mukavele imzalayacak olmasındaki çarpıklığı bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor.
İnönü'yü destekleyen bir başka ifadeye, Kâzım Özalp'ın Türkiye İş Bankası Yayınları'ndan çıkan "Atatürk'ten Anılar" kitabında rastlıyoruz. Eski TBMM Başkanı bakın ne yazmış: "Ancak, yapılmış olan büyük yatırımlar nedeniyle borçlar da çoğalmıştı. İsmet Paşa'nın teklifi üzerine Atatürk, çiftliği, geliştirilmesini devam etmek şartıyla, bir milli müessese olarak idare edilmek üzere, borçlarıyla beraber hükümete devretmeye razı olmuştu.''
Şimdi diğer soruya geçebiliriz: Çiftliklerini hazineye bırakmasaydı ne olacaktı? Söyleyeyim: Tek yasal varisi olan kız kardeşi Makbule Hanım'a kalacaktı! Makbule Hanım o tarihte tüccar ve fabrikatör ve dahi milletvekili Mustafa Mecdi Boysan'la evliydi.
Genellikle pasif ve ketum bir kadın olarak sunulan Makbule Hanım'ın dinî konularda farklı bir tavır içinde olduğunun en azından 3 örneğini biliyoruz. Birincisi, 19 Kasım 1938 sabahı Dolmabahçe Sarayı'nda cenaze namazının kılınmasında ısrar eden kişinin Makbule Hanım olduğunu, hatta 1953'te Anıtkabir'e götürülmek üzere tabutu açıldığında içine Arapça bir dua yazılı kâğıdı koymak istediğini biliyoruz.
Ayrıca Falih Rıfkı Atay "Çankaya"sında (Atatürkçü olsam ilk işim bu kitabı yasaklatmak olurdu!) Serbest Fırka'nın faaliyette olduğu yıllarda Atatürk'ün kulağına gelen 'en acı haber'den şöyle bahseder: "En yakınlardan birinin Yalova köylerinde, kendi aleyhinde, DİN PROPAGANDASI YAPMIŞ OLMASI idi (1)." Diyeceksiniz ki, ne var bunda, isim vermiyor ki! Siz öyle zannedin, "Çankaya"nın 1969 baskısının 574. sayfasındaki 1 nolu dipnotta şu cümle yazılıdır: "Yapan kız kardeşi idi." Gördünüz mü Atatürk'ün o pasif ve suskun kız kardeşini? Serbest Fırka'ya girince Yalova köylerinde ağabeyi aleyhine din propagandası yapmış. Bunu da bir kenara yazın.
Şimdi bilinmeyen bir başka tarafını gündeme getireceğim Makbule Hanım'ın. 8 Kasım 1952 tarihli "Resimli 20. Asır" dergisinde gazeteci Kandemir'in kendisiyle yaptığı bir söyleşi yayınlanır. İçini döker zavallı kadın. Kocasından boşanmıştır. Ne arayanı vardır, ne soranı. "Hayatta yapayalnız kaldım" der, "Allah'tan başka hiç, hiç kimsem yok. Şu evde, ÖMRÜM KUR'AN VE İBADETLE GEÇİYOR. Bir de O'nun sesi kulaklarımda."
Siz hiç Makbule Hanım'ın ömrünün namaz kılarak ve Kur'an okuyarak geçtiğini yazan bir Atatürk kitabı okudunuz mu? Okumadınız muhtemelen ama sağlığında yayınlanan bu söyleşisinde öyle diyor. Başka ilginç şeyler de diyor: Annem Zübeyde Hanım'ın mezarı başına bir taş dikilsin demişti abim, onlar ise götürüp bir kaya parçası koymuşlar. "Böyle yapacaklarını bilseydi herhalde razı olmazdı."
Atatürk'ün, İnönü'nün oğullarına mirasından para bıraktığı vasiyete inanmadığı türünden yenilir yutulur olmayan şeyler de söylüyor ama bu kadarı bile Makbule Hanım'ı tanımadığımızı göstermeye yeterli. Neyse, ben şu "Din propagandacısı" üzerinde biraz çalışayım izninizle.

3 Haziran 2012 Pazar

MUSTAFA ARMAĞAN-Fatih'in Kürt hocası

İstanbul'un fethinin 559. yıldönümünü mü kutladık, yoksa 576. yıldönümünü mü? Bakıyoruz takvime ve 2012'den 1453'ü çıkarınca 559 kalıyor. Şu soruyu ekliyorum hemen: Fatih'in cebindeki günlüğünde Fetih günü için hangi tarih vardı? Tabii ki Miladi takvimle 1453 değil, Hicri takvimle 857 yazılıydı. Yani Fatih ve övülmüş askerleri için fetih tarihi 857'dir.

Hicretin 1433. yılında yaşayan ama bunu idrak etmeyen bizler için 576 'Müslüman senesi'nin bu müjdelenmiş şehirde yaşandığını düşünmek epeyce zor olmalı, zira Ahmet Haşim'in "Müslüman saati" yazısında anlattığı yaklaşan vahamet, bugün kendini Fatih'in safında zannedenleri dahi vurmuş durumdadır.
6. yüzyılda Bodur Denis adlı keşişin yaptığı bir takvimle Fatih'i ve "Fetih ruhu"nu nasıl anlatabilir ve anlayabilirsiniz ki? Böylece onu, ait olduğu Hicret düzleminden kopartıp üstelik yendiği medeniyetin dünyasına kilitlemiş olmuyor musunuz? İyi ama 'bu Fatih' kimin Fatih'idir ve size mesajını bu kadar kilit altındayken nasıl verecektir?
Aynı şekilde Fatih'i Türklüğe sabitlemek ve sadece Türklerin gurur duyacağı bir büyük hamlenin öznesi yapmak da onu, gerçekte ait olmadığı bir başka hapishaneye sokmak olacaktır. Fatih soyu itibarıyla elbette Türk'tür. Ama ya çevresi? Türk de, Arap da, Rumeli kökenli de, Kürt de, Afgan da Osmanlı Devleti'ne hizmetleri ölçüsünde değer kazanırdı.
Mesela Fatih'in yetişmesini anlatırken Molla Gürani adlı hocasından söz etmeden geçmeyiz ama onun milliyeti üzerinde nedense durmayız. Bunun gerçek sebebi, ecdadımızın milliyet meselesine bizimki gibi takıntılı olmamasıdır.
Bu yazımızda Şehzade Mehmed'i sopasıyla dövdüğü ve Kur'an'ı hatmettirdiği kaynaklarda geçen Molla Güranî'nin milliyeti ve hayatıyla ilgili kısa bir yolculuğa çıkarmak istiyorum sizi. Asıl hedefim, Fatih'i, içine sıkıştırdığımız o dar 'ulusal' çerçeveden çıkartıp ne denli kuşatıcı bir bakışa sahip olduğunu gösterebilmek.
Molla Güranî'nin nerede doğduğu konusunda farklı görüşler var. Birçok Osmanlı kaynağı "Güran"da doğduğunu yazmakta. Ancak Güran neresidir? Tam olarak tespiti mümkün değil. Çağdaşı olan Sehavî'nin verdiği bilgiye göre 1410-11'de Kuzey Irak'taki Şehrizor'un Güran kasabasında doğmuştur. Ancak Güran'ın nerede bulunduğu konusunda görüşler muhtelif. Bazıları onun İran'daki İsferayin'in bir köyü olduğunu kaydediyor. Diğer taraftan çağdaşı Bikaî, Molla Güranî'nin kendisine bizzat Diyarbakır civarındaki Hiler köyünde doğduğunu söylediğini naklediyor.

Molla Güranî'nin (oturan) Taşköprülüzade'nin "Şakâyık"ında mevcut minyatürü.
Doç. Dr. Sakıp Yıldız'ın dikkatini Köprülü Kütüphanesi'nde 1119 numara ile kayıtlı Bikî'nin "Unvânu'z-Zaman" adlı eserindeki şu ilginç cümle çekmiş: "Bana söylediğine göre 813 (1410-11) senesinde Hiler'de doğmuştur, ona bağlı olan Gûrân'da değil." Bu bilgiden yola çıkan Yıldız, Molla Güranî'nin, Diyarbakır'ın Ergani ilçesine bağlı Hiler köyünden ve Türk olduğunu iddia ediyor.
O zaman şu soru cevaplanmayı beklemektedir: Neden "Hilerî" değil de "Güranî" olarak isimlendirilmiş, kendisi de imzasını neden bu şekilde atmayı tercih etmiştir? Bu sorunun tatminkâr bir cevabı verilebilmiş değil.
Geçen kış Diyarbakır'da bulunan Mehmet Güran adlı torunuyla konuştuğumda bana Molla Güranî'nin soyunun aslen Türk olduğunu fakat sonradan Kürtleştiklerini anlatmıştı. Ancak aynı sülaleden Avukat Mustafa Güran, Arap olduğunu, Diyarbakır'da halk arasında "Deşt-i Gevran" olarak bilinen Gevran Ovası'na yerleştiklerini iddia ediyor. Anlaşılan, bu konuda aile arasında da bir birlik sağlanabilmiş değil.
Köken sorunu her zaman karışıktır. Ancak benim kanaatim, gerek sert ve bükülmez karakteri, gerekse Şafiî mezhebine mensup oluşu (ki Sultan II. Murad'ın arzusu üzerine Hanefiliğe geçmiştir, ancak uzmanlar kitaplarında Şafiî mezhebine sadık kaldığı kanaatindedir), dolayısıyla Kürt asıllı olma ihtimali yüksektir. 20. yüzyılın büyük biyografi yazarı Zîrikli de "Şehrizor ehlinden Kürt asıllı" diyerek Fatih'i yetiştiren hocanın milliyetini belirtmek ihtiyacını duymuştur.
Taşköprülüzade'nin "Şakâyık-ı Nu'mâniyye"de zikrettiği birkaç fıkra, Molla Güranî'nin karakteri hakkında ipuçları yakalamamızı sağlıyor.
Manisa'da bulunan geleceğin "Fatih"ine hoca olarak tayin edilen sert mizaçlı ve heybetli Molla Güranî, elinde değnekle Şehzadenin odasına girer ve emirlerine karşı gelirse onu döveceğini söyler. Şehzade Mehmed gülünce ilk dayağını "bir güzel" yer ve kısa zamanda bu eli sopalı hocanın sıkı bir talebesi olur, Kur'an-ı Kerim'i onun yanında hatmeder. Sultan Murad ise ödül olarak kendisine paha biçilmez hediyeler gönderir.
Tahta geçince Fatih kendisine veziriazamlık teklif eder. Molla Güranî bu devletlû olma teklifini, göreve kapısında bekleyenleri getirmesi tavsiyesiyle nazikçe reddeder. Bunun üzerine kazaskerliğe getirilir ama orada da rahat durmaz. Padişaha sormadan tayinlerde bulununca azledilip Bursa kadılığına atanır. Orada da padişahın gönderdiği şeriata aykırı bir fermanı, getiren çavuşun gözü önünde yırtıp atınca veya yakınca, üstüne üstlük getireni de dövünce kadılıktan azledilir.
Bir süre ortalıktan kaybolmak için hacca gider, dönüşte yine Bursa kadılığına atanır. Hatta onun ilim ve dinin haysiyetini korumaya ne kadar hassasiyet gösterdiğini anlayan Fatih, bu defa maaşını da artırır. Ardından Molla Hüsrev'in yerine, bazılarının Şeyhülislamlık dediği İstanbul kadılığına getirilir (1462-63; Taşköprüzade'ye göre 5 yıl sonra). Vefatına kadar bu görevinde kalacaktır.
Molla Güranî kendisini kabre koyacakları vakit ayağından tutarak mezarın kenarına kadar sürüklemelerini ve sonra defnetmelerini vasiyet etmiştir. Tabii kimse buna cesaret edemez. Mübarek naşını bir hasırın üstüne koyup sürüyerek kabri başına getirip defnederler. Görenler cenazenin muazzam bir kalabalıkla kaldırıldığını yazmaktadır.
Kimseye eyvallahının olmaması, kendi hocalarını eleştirmekten çekinmemesi, Kahire'de bir âlimle mahkemeye düşecek denli sert bir kavgaya tutuşması, Fatih'e dahi ismiyle hitap etmesi gibi örnekler de gösteriyor ki, o, karakteriyle adeta 5 asır önce Bediüzzaman Said Nursî'yi müjdelemektedir

MUSTAFA ARMAĞAN-Atatürk, Hasan Tahsin'in adını neden anmadı?

Yılmaz Özdil, yalnız kendisinin değil, yakın çevresinin de tarihten ne kadar anladığını ayan beyan ortaya koyan bir yazı kaleme aldı "Hürriyet"te (16 Mayıs 2012). Verdiği bilgiler tutarsız, yanlış, hatta uydurmaydı. Araya "trak, trak, trak" gibi ses efektleri de eklediğine göre tarih değil, senaryo yazdığından şüphe edilemez.

Mesela diyor ki: İzmir'in Yunanlılarca işgalinde "zırhlı gemiler"den çıkan askerleri karşılayan "Aya Fotini Kilisesi'nin papazı Hrisostomos 'Evlatlarım, ne kadar Türk kanı içerseniz, o kadar sevaba girersiniz' diyerek, atıyla inen sancaktarın çizmelerini öpüyordu'."
Bir kere Hrisostomos Aya Fotini Kilisesi'nin papazı değil, İzmir Metropolitiydi (Metropolitlik makamı Aya Fotini'deydi sadece). "Ne kadar Türk kanı içerseniz, o kadar sevaba girersiniz" dediğini ne Yunan, ne de Türk kaynakları söyler, iki. Sancaktarın çizmelerini öptüğü uydurmadır, üç. (Zaten bu sancaktar da asker kıyafeti giyinmiş Yani veya Yorgaki adlı özbeöz İzmirli bir Rum'du.)
Bir cümlede bunca hatadan sonra devam ediyor:
"İnce, uzun, siyah takım elbiseli bi delikanlı fırladı ortaya, aniden... 'Olamaz' diye bağırıyordu, 'böyle güle oynaya giremezler'! Son sözü buydu. (...) Bastı tetiğe, peş peşe, trak trak trak..."
Kendi zamanında hiçbir kaynakta geçmeyen bu sözler 1970'lerde Hasan Tahsin efsanesini parlatanlardan Ömer Sami Coşar'ın uydurmalarıdır. Onu o sırada gören ve bu sözleri bize aktaran bir tanık bugüne kadar bulunamamıştır.
Hangi birini düzeltelim: Ne Hasan Tahsin 30 yaşında hayatını kaybetmişti (38'indeydi), ne İzmirliler "her zaman sahip çıkmış"tı ona. Hatta 27 Mayıs darbesine kadar onu hatırlayan dahi olmamıştı. Şu da birilerinin kulağına küpe olsun: Hasan Tahsin anıtının dikilmesi emrini veren, "ihtilalin kudretli Albayı" Alparslan Türkeş'tir.
Bir soru: Acaba Atatürk'ün Hasan Tahsin hakkında (üstelik hemşerisidir) tek bir cümle etmeyişini nasıl yorumlamak gerekir?
Atatürk ve Hasan Tahsin
Garibinize gitti biliyorum ama Ata-türk'ün ne 1919'da, ne de daha sonra Hasan Tahsin şunu yaptı, bunu yaptı türünden bir açıklamasını bulabilmiş değiliz. Olsaydı zaten allayıp pullayıp "İlk Kurşun Anıtı"nın alnına kazırlardı. Gerçekten de tuhaf bir durum. Neden yok acaba? Atatürk, hemşerisi Hasan Tahsin'in ismini duymamış olabilir mi?
Tuhaftır, sade o değil, kendi döneminde Hasan Tahsin'in İzmir'de ilk kurşunu attığını duyana, bilene rastlamak imkânsız gibi. Buyurun Atatürk döneminde yayımlanan tarih dersi kitaplarına bakalım beraberce.
1929 tarihli Hamit ve Muhsin'in "Türkiye Tarihi"nde ismi geçmez. Aynı yıl basılan Ali Reşat'ın "Umumi Tarih"inde de bulunmaz. 1931 tarihli "Tarih IV" başlıklı resmî ders kitabı ise bırakın Hasan Tahsin'in kahramanlığını anlatmayı, tam tersine, ilk kurşunun Yunanlılarca atıldığını ispatlamak peşindedir.
Peki daha sonraki yıllarda basılan ders kitaplarımız ne diyor. Hızla göz atıyoruz: Prof. Enver Ziya Karal 1958 tarihli "Türkiye Cumhuriyeti Tarihi"nde Hasan Tahsin'i zikre layık bulmaz. Atatürk'ün "kızı" Afet İnan'ın ilk baskısı 1973'te yapılan "Türkiye Cumhuriyeti ve Türk Devrimi" kitabında da Yunanlıların İzmir'e asker çıkarmalarının "halk arasında tepkiye neden olduğu" yazılır sadece. Yani 1973'te Atatürk'ün bu kadar yakınında bulunan biri bile Hasan Tahsin'in adını anmaz.
Bütün hikâye, 1972'de İzmir Gazeteciler Cemiyeti'nce çıkarılan "Anıt Adam" (yazan: Zeynel Kozanoğlu) kitabıyla başlamış ve inkılap tarihlerinde ismi geçmeyen birisi, kitapların baş köşesine kurulmaya başlamıştır.
Kozanoğlu kitabında çok ilginç bir açıklama yoluna başvuruyor ve diyor ki: "Cumhuriyetimizin ilk yıllarında, yakın tarihimizde cereyan etmiş birtakım olayların ve yürütülmüş faaliyetlerin açığa vurulması ve tartışılması sakıncalı görülmüştü."
Meğer İngilizlerle aramızı bozmamak için(!) Atatürk ve İnönü, Hasan Tahsin'e sansür koydurmuş! Gözlerinize inanamıyorsanız cümlesini aynen yazayım:
"Dünya milletlerine, Yunanlıların İzmir'e çıkarken bir zulüm makinası gibi davrandıkları gerçeğini kabul ettirebilmek için çırpındığımız o sıralarda, onlara karşı ilk kurşunun tarafımızdan sıkıldığından da, elbette söz edemezdik."
Müthiş! Yakın tarihimizin ne denli ağır bir baskı altında yazıldığının bu derece net bir itirafına başka bir yerde rastlamadım.
"Tetikçi" Hasan Tahsin'den bir kahraman yontma derdine düşenlere birkaç sözüm var:
1) Onlarca ciltlik "Atatürk'ün Bütün Eserleri"nin indeksini taradım, Hasan Tahsin adlı milletvekillerinin ismi geçtiği halde, Atatürk "sizin Hasan Tahsin"den tek kelimeyle söz etmiyor. Bunu Atatürk'ün İngilizlerden çekinmesine mi bağlıyorsunuz yoksa onun ilk kurşunu sıktığından haberdar olmayışına mı? Yoksa unutkanlık veya dalgınlığına mı?
2) Hasan Tahsin'in "Hukuk-ı Beşer" gazetesinde (6 Mart 1919) Damat Ferid Paşa'yı "seçkin bir sima, yüksek bir şahsiyet" diye övmüş olmasını nasıl yorumluyorsunuz?
3) İşgal sırasında Müslüman kadınların açılıp saçılmasını ve eğlence yerlerine gitme serbestliğini savunan birinin normal olduğu söylenebilir mi? (Gazetesi bu yüzden Nureddin Paşa tarafından kapattırılmıştır.)
4) Vali Rahmi Bey'in oğlunu kaçırtan Çerkes Ethem'i övdüğünü biliyor muydunuz?
Atatürk de hata yapar!
Okumalarım sırasında dünya kadar araştırmacı istihdam eden kurumların düzeltmeye cesaret edemedikleri maddi bir hata ile karşılaştığımı söylemek zorundayım.
Atatürk 14 Mart 1919 günü Harbiye Nezareti'ne yazdığı bir yazıda, "Hukuk-ı Beşer" gazetesinde kendisine "haydutbaşı" diyen birini yerden yere vurmakta ve hakkında gerekenin yapılmasını istemektedir. "Alçak, iftiracı, vicdansız, namussuz" dediği kişinin Mevlanzade Rıfat olduğunu çıkartıyor kimileri. Oysa Atatürk de yazısında "Hukuk-ı Beşer" gazetesinde çıkan bir yazıdan söz ediyor. Bu gazete, bildiğimiz gibi Hasan Tahsin'in başyazarı olduğu gazetedir. Acaba Atatürk'ün Hasan Tahsin'e düşmanlığı, kendisine "vurguncu, haydutbaşı" demesinden geliyor olabilir mi?
Burada bir isim karışıklığı var. Mevlanzade Rıfat'ın çıkardığı gazetenin ismi "İnkılab-ı Beşer". Çıkardığı diğer bir gazetenin adı, "Hukuk-ı Umumiye". Muhtemelen bu iki ismin Atatürk'ün hafızasında karışması sonucunda "İnkılab-ı Beşer"de çıkan yazıyı, Atatürk "Hukuk-ı Beşer"de çıkmış diye şikayet etmiştir.
İlginç bir hususa işaret ederek noktalıyorum bu "çok olan" yazımı: Sadi Borak'ın dediğine göre Mevlanzade Rıfat, gazetelere de sızdırılan bu şikayetnamesi üzerine Atatürk'e hakaret davası açmıştır. Avukatlarına danışan Atatürk, mahkûm edilebileceği uyarısını alınca onlara davayı mümkün olduğu kadar uzatmaları ve vakit kazanmaları talimatını veriyor. Böylece Atatürk'ün Samsun'a giderken aleyhinde açılmış bir dava bulunduğunu öğrenmiş oluyoruz. (Öyküleriyle Atatürk'ün Özel Mektupları, Çağdaş: 1980, s. 141-141.)
Bana çok ilginç geldi, sizi bilemem tabii.

MUSTAFA ARMAĞAN- BUGÜNKÜ KEMALİZM BİLE 27 MAYISIN ÜRÜNÜ

Düşmana ilk kurşunu attığı söylenen Hasan Tahsin'in adının 27 Mayıs darbesinden sonra yayıldığını ve Atatürk'ün adını dahi anmadığı birinin kahraman yapılmasının ancak bir darbe ortamında gerçekleşebileceğini yazmakla ne büyük günah işlemişim meğer.

40 yıl önce Hasan Tahsin efsanesini doğuran Zeynel Kozanoğlu bile bu yaşında harekete geçip kendisinin sözlerini fazla ciddiye aldığımı(!) yazdı. Kitabı kendi kütüphanesinde bulamamış. Bir kütüphaneye gitmiş, oradan da sırra kadem basmış. O bulamadıktan sonra ben nasıl bulmuşum acaba?
Bunlar gerçekten de çağın dışında yaşıyorlar. Girin internete, onlarca satıcısı var, hem de 3-5 liraya. Adres verin, ben göndereyim ama lütfen öyle "Şimdiki çocuklar harika" gibi boş laflar etmeyin. Çünkü 'şimdiki' çocuklar harikalıkta beni de aştılar, isterseniz kitabınızı size pdf formatında 'atabilirler'!
Nicedir söylüyorum, Türkiye'de darbeciliğin mahsulü olan bir paradigma çöküyor, çökecek, çökmek zorunda. Yoksa bu tarih denilen enkazın altında hepimiz boğulacağız. Hükümet kentsel dönüşüm yapıyor, güzel, yapsın ama tarihsel dönüşümü ne zaman başlatacağız? Hasan Tahsin'leri gerçek yerine oturttuğumuz zaman elbette! Bize Atatürk öğrencilik hayatında bütün sınıflarını birincilikle bitirdi diye öğretmişlerdi. Oysa Atatürk Araştırma Merkezi'nin yayınladığı Ali Güler'in "Askerî Öğrenci Mustafa Kemal'in Notları" (Ankara, 2001) adlı kitabında 1895'ten 1905'e kadarki sınıflarında Mustafa Kemal 29. da olmuş, 2. de; gelin görün ki, hiç 1. olamamış.
Şimdi bu bir eksiklik midir? Değildir kuşkusuz ama kusursuz bir kişilik sunmak isteyenlerin gayretkeşliğidir ve daha çok da bizim gibi 27 Mayıs sonrasında okula başlayan öğrencilere Atatürk böyle verilmiştir; hâlâ da değiştiğine dair bir emare göremiyorum. Okullar ve resmi dairelerdeki Atatürk köşelerinden tutun da, her köşe başına heykel ve büstünü diktirme furyalarının nedense hep darbelerin arkasından gelmesi, Atatürk'ün darbeciler tarafından kalkan olarak ne denli büyük bir maharetle kullanıldığının kanıtları olarak ortada.
Bu işin bir de dışarıdan görünüşü var. Kemalist söylem öylesine kurnazca kurgulanmış ki, Atatürk'ü öven hangi yabancı olursa olsun alabildiğine yüceltiliyor, birazcık eleştirel bakmaya çalışan bütün yabancılar hainlik ve düşmanlıkla suçlanıyor, sesinin duyurulması engelleniyor. Hatta açıkça sansürleniyor.
Mesela Arnold Toynbee denilince şu sözü alıntılanır hemen: "Mustafa Kemal uyanık, doğru görüşlü, sarsılmaz derecede sağlam kararlı; kendisinden çok, ülkesi için ihtiraslı; yüksek karakterli ve otokratik disiplinli bir önderdi." Güzel. Peki "ünlü tarihçi" dediği Toynbee'nin bu sözlerini aktaran emekli Korgeneral, "Tanıdıklarım" adıyla Türkçeye çevrilen kitabında söylediklerini neden es geçiyor acaba? (Kaldı ki, Türkçeye çeviren yayınevi de başımıza bir iş gelir endişesiyle bazı kısımları çıkarmak sorunda kalmış metinden. Ben kısmen zararsız -umarım öyledir- ve çeviride atlanan bir kısmını sizinle paylaşmak istiyorum. Bakın Toynbee nasıl harikulade bir analiz yapıyor Mustafa Kemal Paşa hakkında (3 nokta koyduğum yerler konumuzla doğrudan ilgili olmadığı için atlanmıştır):

1950'li yıllarda, yani 27 Mayıs darbesinden önce Atatürk imajının geleneklerle uyumlu kılınma süreci başlamıştı. Nitekim 1953 yılındaki Fethin 500. yıldönümü kutlamaları Cumhuriyetin Osmanlı ile kucaklaştığı ilginç törenlere ve algı dönüşümüne sahne olmuştu. İşte 27 Mayıs darbesi, Atatürk'ü yeniden buyurgan/askeri bir yönetim anlayışının yörüngesine oturtarak onu dinî değerlerden olabildiğince uzağa konumlandırmaya soyundu. 16 Temmuz 1952 tarihinde Köroğlu dergisinde çıkan bu karikatür de Yunanlıların Ayasofya'yı kiliseye çevirtme isteklerine Fatih ile Mustafa Kemal'i gökyüzünden palikaryaya sinirlenirken göstermekte bir sakınca görmemişti.
"1923'te bir bahar gecesi Ankara'da Atatürk'ün misafiri olmuştum. (...) Atatürk eğer muhatabının söyledikleri ile aynı fikirde değilse, ağzını açmadan önce kaşlarını çatarak karşısındaki kişiyi gözüyle korkuturdu. Benim söylediklerimin yanlış olduğunu söylerken de aynı yüz ifadesini takınmıştı. (...) Fikir alışverişimiz kısa sürdü. Fakat bu kısa diyalog, karşımdaki liderin hem güçlü olduğunu hem de Leibnizci anlayışa yakın bir çizgide davrandığını anlamama yetmişti. Atatürk'ün birkaç tane dahiyane fikri olduğunu biliyordum: (Ona göre) Türk milletinin kurtuluşu, imparatorluğun üstlendiği rolü terk ederek milletin tüm enerjisini uzun süredir ihmal edilen kendi değerlerinin benimsenmesine yoğunlaşmasında yatıyordu. Hayal gücü bir hayli kuvvetli ve son derece dinç liderin eksik olduğu tarafı, kendi değerlerine geri dönüş yaparken bir midye gibi kabuklarını kapatması ve böylece iki kere düşünme imkânından kendini yoksun bırakmasıydı. İki kere düşünmenin en faydalı sonucu, fikir alışverişinde bulunmaktır. Atatürk'ün midye misali bu kapanışı, zannediyorum onun negatif iradesinin bir sonucu. Ülkesini onun bu kararlılığı kurtarmıştı. Ama ülkesinin onun inatçılığı karşısında ödeyeceği bedel, bir diktatör tarafından yönetilmek oldu."
Şimdi soruyorum: "Ünlü tarihçi"nin Atatürk'ü olumlu değerlendiren görüşüyle yazısını süsleyen Em. Korgeneral, bu görüşünü neden almaz? Alamaz da ondan. Üniversiteler de alamaz. Yakınlara kadar basında da yer alamazdı. Kanıtları ikiye böl, yalnız olumlu olanlarını al; diğerlerini unuttur ve sansürle; ve bu bir tarihçilik olsun. Ben nelerini gördüm: Şu anda önemli yerlerde bulunan bir prof., Türk Tarih Kurumu'nun sözde bilimsel bir sempozyumuna Lozan'ın maddelerini sunarken, farkına varmadan İngilizlerin bize sundukları barış teklifinin maddelerini koymuş ve kimsecikler de bunun farkında olmamıştı; kendisi dahil! Üstelik kitap halinde de basıldı bu tebliğ.
Hasan Tahsin'i allayıp pullayanları şimdi kendi kitaplarını bulamaz; profları Lozan'ın İngiliz versiyonunu kullanmakta sakınca görmez (bir de İngilizlere karşı kazandığımız diplomatik zafer diyorlar!), hiç sınıf birincisi olmadığı halde Atatürk'ün sınıflarını hep birincilikle bitirdiğini yazarak geçinirler. Güya Hitler diyesiymiş ki, 'Ben Atatürk'ün talebesi sayılırım'; bununla övünenleri dahi gördük.
Bakın, aklı başında bir tarih metni nasıl yazılır, görmeniz için August von Kral'ın 1937'de çıkan "Das land Kamâl Atatürks" kitabından birkaç aktarmada bulunayım. Türkiye'de görev yapan elçiler ülkelerine bizimle ilgili bakalım hangi bilgileri geçmişler 1930'lu yıllarda?
İnsanlar birçok şehirde ülkenin altyapısını yeniden inşa etme planlarındaki başarısızlıklardan şikâyetçilermiş. Göçmenleri savaşın harap ettiği köylere yerleştirmişler ama destek vermemişler; tekel uygulaması yüzünden mal darlığı yaşanıyormuş; ekonomik güçlükler sebebiyle iflaslar ve ağır borçlanmalar oluyormuş; öğretmen ve memurlar düşük maaştan yakınıyorlarmış; hükümet görevlileri tarafından etnik azınlıklara karşı ayrımcılık yapılıyor ve nihayet salgın hastalıklar, kıtlık ve sel gibi felaketler hayatı iyiden iyiye yaşanmaz kılıyormuş. (Aktaran: Gavin D. Brockett, "How Happy to Call Oneself A Turk", Texas Üni. Yay., 2011, s. 41. Bu nefis kitabı tanıtmak için fırsat kolladığımı da söyleyeyim.) Gerçek tarih budur da demiyorum. Ama tarihçilik, her iki ucu alıp makul bir noktada buluşturmak değil midir?

2 Haziran 2012 Cumartesi

BANU AVAR ATATÜRK ANITI KÜBA'DA

BANU AVAR ATATÜRK ANITI KÜBA'DA

BANU AVAR- KAÇIN DEMOKRASİ GELİYOR

BANU AVAR- TÜRKİYE ÜZERİNE OYNANAN OYUNLAR

BANU AVAR- YENİ DÜNYA DÜZENİ AKTÖRLERİ

BANU AVAR- SURİYE OYUNU

BANU AVAR- ARAP BAHARI

BANU AVAR- SEVR'DEN BOP'A TÜRKİYE

BANU AVAR- İHANETİ GÖREMEYENLER VARSA

BANU AVAR- STRAZBURG'DA TÜRK OLMAK

BANU AVAR- MEYDANI BOŞ BULURSA

BANU AVAR- CIA AJANI VE CAN DÜNDARI ANLATIYOR

BANU AVAR- PAMUK'UN NOBEL ÖDÜLÜ

BANU AVAR DÜNYA DÜZENİ CIA VE DARBELER

BANU AVAR- ÇİN GERÇEĞİ

BANU AVAR- İYİ BAKIN ADAMLAR YALAN SÖYLÜYOR

BANU AVAR- APO GERÇEĞİ

BONU AVAR- FÜZE KALKANI GERÇEĞİ

BANU AVAR- İBLİSİN GÖZDESİ MEDYA

BANU AVAR-KÜRT AÇILIMI

BANU AVAR-OBAMA KİMDİR