13 Mayıs 2012 Pazar

Lozan’ın gerçek kahramanı kimdi?

CHP, Başbakan’ın Lozan’ı anarken İnönü’den söz etmemesine karşı sert bir bildiri yayınlamış.
CHP’ye göre İnönü’yü anmamak kendi tarihine ihanet etmekmiş. Asıl beni bu yazıyı yazmaya sevk eden, İnönü’nün adının anılmamasını vatana ihanetle eş tutmaları oldu.
Lozan’da gerçekte kimin kazandığı, aradan geçen 88 yıla rağmen aydınlatılabilmiş değil. Sebebi basit: İçeride kesif bir propaganda bulutu kol geziyor: Bir yanda “Lozan zaferi”nin mimarı İsmet Paşa, alabileceğinin hepsini aldı, Lozan Sarayı’nın camlarını gür sesiyle titretti, yedi düveli dize getirdi cinsinden yağcılıklar. Dışarıda yazılanlara karşı da ya taştan bir duvar ya da ‘Zaten emperyalistler başka ne yazacaktı ki’ sızlanmaları. Belge deseniz, görüşmelerin en kritik olanları kapalı kapılar ardında cereyan etmiş, dolayısıyla mahrem bilgiler hemen hemen yok gibi (Rıza Nur’unkiler hariç). Affedersiniz ama Lozan eğer onur duyulacak bir “zafer” idiyse her anının şerefle belgelenmesi gerekmez miydi?
Öyle de, elde İsmet Paşa’nın muğlak Türkçesiyle gevelediklerinden öte bir şey yok. Mecliste yapılan 14 muhalif konuşmada bazı ipuçları seziliyor ama onların da danışıklı dövüş kabilinden -yani dostlar müzakerede görsünler hesabı- çıkışlar olduğunu bir parça iz’anı olan hemen anlar.
O zaman hakikat nasıl ortaya çıkacak?
İşin tuhafı, eğer bir zafer varsa, mantıken bir kaybeden de olmalıdır. Peki Lozan’da kim kaybetmiştir?
İngiltere mi? Lord Curzon’un Londra’da İngiltere’nin kaybettiği itibarı geri getiren adam olarak karşılandığını biliyoruz. Yunanistan mı? Venizelos’un tek kuruş tazminat ödemeden, üstelik adaları ve Batı Trakya’yı nasıl ustalıkla sınırları içinde tutabildiğini, savaşı kaybeden Yunanistan’ı en az zararla kurtardığını biliyoruz. Fransa mı? Belki Fransa kapitülasyonlar açısından kayıpları oynamış denilebilir ama o da geçici güney sınırlarını kalıcı hale getirip Sancak (İskenderun-Antakya) bölgesini elde tutabilmişti.
Soruyu tekrarlıyorum: Lozan’da kim kaybetmiştir? Fedakârlığı kim yapmıştır? Geri adımı kim atmıştır?
İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan kaybetmediğine göre bir kaybeden olmalıdır ve acıdır ama bu, Türk tarafıdır. Bunu ben söylemiyorum. Tutanaklara göre İsmet Paşa şöyle söylüyor:
“Başka milletleri memnun etmek için savunma araçlarından vazgeçen Türkiye’yi tarihin nasıl yargılayacağını bilmiyorum. Askerden tecrit adı altında kabul ettiğimiz fedakârlıkların, hakiki dokunulmazlığımızı ağır surette baltaladığını görüyorum. Ümit ederim ki bu beyanat, Türk heyetinin yeni bir fedakârlığı olarak kabul edilecektir. İtilaf devletleri ne istiyor? (…) İşte biz onları tamamen kabul ediyoruz.” (8 Aralık 1922)
Gördüğünüz gibi aynı konuşma içinde feragat, fedakârlık ve kabul kelimeleri bir araya gelmiştir ve Lozan’ın bizim için “ilkeleri” bunlardır. Feragat da, fedakârlık da, kabul de bizden gelmiştir. Okuyalım mı biraz daha Paşa’nın sözlerini:
“Eğer dünyada tek kimse çıkıp da bana ‘Daha yapılacak fedakârlıklar vardı, şu kararı almalıydınız’ diyebilirse onları yapmaya razı olurum. BEN FEDAKÂRLIĞI SON HADDİNE VARDIRDIM. Toprak meselelerinde kendi zararımıza ve müttefiklerin lehine kararlar aldık. Azınlıklar meselesini müttefiklerin dilediği gibi hallettik. Boğazların serbestliğini kabul ettik. Düyun-u Umumiye yönetiminin faaliyetinin devamına razı olduk. Bütün fedakârlıkları yaptım, her şeyi kabul ettim, fakat memleketin iktisadi esaretini reddettim.” (4 Şubat 1923) (Bu sözler, İnönü tarafından zamanın parasıyla tam 5 bin liraya yazdırılan Ali Naci Karacan’ın “Lozan Konferansı ve İsmet Paşa” (1943, s. 151-2, 211-2) adlı kitabından alındı.)
Demek ki, resmi metinleri de farklı bir gözle okumak mümkündür ve içlerinde sonraki müthiş propaganda rüzgârıyla gelen toz bulutunun üzerini örttüğü çok ilginç ayrıntılar gizlemektedir.
Bu açıklamaları doğrulayan ve Lozan’ın gerçek kahraman ve galibinin Lord Curzon olduğunu ortaya koyan yabancı çalışmaların neden dikkate alınmadığını merak etmişimdir. Mesela Harold Nicholson’un harikulade biyografisi “Curzon: The Last Phase”in Lozan’ı da ele alan 3. cildinin bugüne kadar neden Türkçeye tercüme edilmediğini merak ederim. Kitabın basım tarihi, 1934. Neredeyse 80 yıldır Türkiye’deki okurun aklı karışmasın diye kitap gözlerden saklanmış. Onu nadir olarak ele alan çalışmalardan biri, Prof. Ömer Kürkçüoğlu’nun “Türk-İngiliz İlişkileri”dir (Ank. 1978).
Nicholson Lozan’da olup bitenleri bize İngiltere Dışişleri Bakanı Curzon açısından göstermekte, böylece alternatif bir Lozan portresi de çizmektedir. Buna göre Curzon konferansı baştan sona bir orkestra şefi gibi yönetmiş, gerektiğinde masaları yumruklamış, gerektiğinde o soğuk İngiliz esprilerini patlatmış, zekâ dolu çıkışlarla İsmet Paşa’yı sersemletip bunaltmış, alacaklarını aldıktan sonra 4 Şubat günü 9.45′te bizi Fransızlarla baş başa bırakıp Orient Express treniyle Londra’ya dönmüş ve konferansın son bölümüne katılma gereğini dahi duymamıştır.
Curzon, Lozan’da Musul meselesini erteletmiş, azınlıklar, Boğazlar, silahsızlandırılmış bölgeler, Trakya sınırı, adalar, Yunan tazminatı gibi sorunları istediği tarzda halletmiş, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasına fit sokmayı başarmış, mali, adli ve iktisadi kapitülasyonlarla ilgili meseleler ise daha çok Fransızları ilgilendirdiği için onların hallini ertelemişti. Bu sonuç hem İngiltere kamuoyunu tatmin edecek hem de üzerinde anlaşılamayan meselelerin Fransızlar ve İtalyanları ilgilendirdiği söylenecekti. Halk bunların ayrıntısına vâkıf olmayacağı için çok da önemli değildi. Nicholson şöyle diyor:
Sonuçta İngiltere Lozan’da verdiği diplomatik savaşı kazanmıştı: Curzon, Doğu’da İngiliz prestijini ihya etmişti. Geriye, bu prestiji Batı’da ihya etmek kalmıştı. Müttefiklerinden kopmuş görünmemek için Fransa ve İtalya’yı, onların tatmin olmayacağı hiçbir antlaşmaya imza atmayacağı konusunda temin etti. Şimdi İsmet’ten de, Mustafa Kemal’den de daha zorlu bir rakip bekliyordu kendisini: Fransa Başbakanı Poincare. 1924 Ocağı itibariyle Poincare de teslim olacaktı Curzon’a.
Nicholson bir de sürpriz yaparak Curzon’un sekreterlerinden birinin özel günlüğünden geniş bir alıntı yapıyor. Alıntıda Curzon’un bir yandan müttefikleriyle, öbür yandan Venizelos ve İsmet Paşa’yla nasıl piyon gibi oynadığı bizzat içeriden bir tanığın dilinden aktarılıyor. Bu kısmı paylaşacağım sizinle ama daha önemlisi, o günlüğün nerede olduğunu tespit etmiş olmam. Bundan sonrası, bulup yayınlamak olacaktır.
Müjde! Veya Eyvah! Baktığınız yere göre değişir.
31 Temmuz 2011, Pazar

Osmanlı Tarihini Yeniden Yazmak

Halil İnalcık, Kemal Karpat, Cemal Kafadar, İlber Ortaylı, Mehmet Genç, Bernard Lewis, Donald Quataert, Linda Darling, Jane Hathaway, Douglas Howard, Rhoads Murphey, Uğur Tanyeli, Jonathan Grant’ın yazılarıyla yeni bir Osmanlı Tarihi yazılıyor…
“Osmanlı tarihi” denilince hafızamıza düşen tablo aşağı yukarı şudur: Söğüt’te başlayıp Bursa’da kıvam kazanan kuruluş döneminde Osmanlı, İstanbul’un fethiyle yükselişe geçmiş ve bu süreç, zirvesine ulaşığı Kanuni devrine kadar sürmüştür. Ancak bu ‘Altın Çağ’, Kanuni’nin 1566′daki ölümüyle sona ermiş ve duraklama dönemi başlamış, 2. Viyana yenilgisi ise gerilemeyi belirgin hale getirmiştir. Bunu 18. yüzyıldaki çöküş, 19. yüzyıldaki parçalanma ve nihayet 1922′deki yıkılış izlemiştir.
Bu aşinası olduğumuz tabloda dikkat çeken nokta, Kanuni’nin ölümüne kadar geçen yaklaşık 250 yılı olumlu, ondan sonraki 350 yılı ise olumsuz olarak resmetmesidir. Böylece aslında bizim “Osmanlı tarihi” dediğimiz ve öğretme hevesini duyduğumuz tarih, neredeyse asıl tarihinin yarısı bile değildir, zira duraklama, gerileme, çöküş denilince öğretenin de, öğrenenin de hevesi büyük ölçüde kaçmaktadır. Dolayısıyla böyle yarım yamalak bir tarih okuyarak yetişen insanlardan oluşan bir toplumun çağdaş bir tarih bilincine ulaşmaları elbette beklenemez.
Öte yandan Halil İnalcık’tan Linda Darling’e, İlber Ortaylı’dan Douglas Howard’a, Cemal Kafadar’dan Rhoads Murphey’ye, Mehmet Genç’ten Donald Quataert’e, Kemal Karpat’tan Jonathan Grant’e, Uğur Tanyeli’den Cornell Fleischer ve Jane Hathaway’e ve daha pek çok Osmanlı uzmanına göre kitaplarımızda okuttuğumuz “Osmanlı’nın gerilemesi”, apaçık bir olgu değil, çözülmesi gereken bir problemdir. Üstelik bir tarihçinin tarihte ilerleme veya gerileme olmasına ‘takması’ ne kadar bilimsel bir tutumdur? Bir bilim adamı olarak tarihçinin ‘ileri’ dönemleri kendisine yakın bulurken, ‘geri’ dönemleri ihmal etmesi ne kadar anlamlıdır?
Osmanlı tarihi araştırmalarından tanıdığınız Mustafa Armağan’ın yayına hazırladığı Osmanlı Tarihini Yeniden Yazmak adlı kitap, bu ve benzeri soruları çağımızın yetkin tarihçilerinin kalemlerinden sunuyor sizlere. Ve yaklaşmakta olan bir ‘tarih devrimi’nden söz ediyor: Öyle görünüyor ki, bu ‘yeni’ tarihte artık Osmanlı’yı, ömrünün büyük bir bölümünde gerileme belasıyla boğuşan aciz bir devlet olarak değil, tam tersine, bazı ciddi sorunları bulunsa bile, kendini yenileyen, dönüştüren ve çağa ayak uydurma yolunda ciddi adımlar atan dinamik bir devlet ve toplum olarak değerlendireceğiz.
Osmanlı Tarihini Yeniden Yazmak yeni Osmanlı tarihçiliğinin müjdelerini veren öncü çalışmalardan biri.

Timaş Yayınları

Adalet Mülkün Temelidir” Sözünün Esası

Soru
‎”Adalet Mülkün Temelidir” Hz.Ömer’e,
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” Hz.Ali’ye,
“Köylü Milletin Efendisidir” Kanuni Sultan Süleyman’a,
“Ya İstiklal ya ölüm” Şeyh Şamil’e aittir…
Acaba bunların doğruluğu var mıdır? Şmdiden teşekkürler
Cihad Öztürk

Cevap
Sonuncusundan pek emin değilim. Ama diğerleri doğrudur.
Onu da Kazım Karabekir Paşa ben söyledim diyor.
(Bkz. benim Kazım Karabekir’in Gözüyle Yakın Tarihimiz adlı kitabım.)
“Köylü Milletin Efendisidir” sözünün asıl anlamını “Osmanlının Mahrem Tarihi”
adlı kitabımda açıkladım. “Adalet Mülkün Temelidir” sözü de yanlış bir çeviri.
Arapçada mülk, devlet, düzen, sistem vs. anlamına da gelir. Burada kastedilen,
devletin veya düzenin esası adalettir fikridir. Temel de yanlış çeviri. Adalet
sadece devlet binasının temel kısmında bulunmaz, esasta, yani bir sistemin her alanında
bulunmalıdır. Arapça aslı sanıyorum “el-adl esasu’l-mülk” olmalıdır.
Başarılar…

Adalet Mülkün Temelidir” Sözünün Esası

Soru
‎”Adalet Mülkün Temelidir” Hz.Ömer’e,
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” Hz.Ali’ye,
“Köylü Milletin Efendisidir” Kanuni Sultan Süleyman’a,
“Ya İstiklal ya ölüm” Şeyh Şamil’e aittir…
Acaba bunların doğruluğu var mıdır? Şmdiden teşekkürler
Cihad Öztürk

Cevap
Sonuncusundan pek emin değilim. Ama diğerleri doğrudur.
Onu da Kazım Karabekir Paşa ben söyledim diyor.
(Bkz. benim Kazım Karabekir’in Gözüyle Yakın Tarihimiz adlı kitabım.)
“Köylü Milletin Efendisidir” sözünün asıl anlamını “Osmanlının Mahrem Tarihi”
adlı kitabımda açıkladım. “Adalet Mülkün Temelidir” sözü de yanlış bir çeviri.
Arapçada mülk, devlet, düzen, sistem vs. anlamına da gelir. Burada kastedilen,
devletin veya düzenin esası adalettir fikridir. Temel de yanlış çeviri. Adalet
sadece devlet binasının temel kısmında bulunmaz, esasta, yani bir sistemin her alanında
bulunmalıdır. Arapça aslı sanıyorum “el-adl esasu’l-mülk” olmalıdır.
Başarılar…

İstanbul’un kurtuluşunu babama inat 2 Ekim’den 6 Ekim’e aldılar’

İstanbul’un kurtuluşunun 88. yıldönümü ile ilgili ilginç bir bilgi ortaya çıktı. Şehrin İngiliz işgalinden kurtulduğu Ekim 1923′te Mustafa Kemal Atatürk tarafından ‘İstanbul komutanı’ olarak atanan Selahattin Adil Paşa’nın oğlu Semuh Adil, İstanbul’un işgalden kurtulduğu günün 6 Ekim değil, 2 Ekim olduğunu iddia etti.
Babasının hatıratında yer verilen bilgilere ve sözlü beyanlarına dayanarak, 2 Ekim’in tek parti döneminde 6 Ekim olarak değiştirildiğini ileri sürdü. İstanbul komutanı olarak atanan babasının İstanbul’u devraldığı günün 2 Ekim olduğunun altını çizen Semuh Adil, “Tek parti hükümeti, İstanbul’un kurtuluşunu babama inat 2 Ekim’den 6 Ekim’e aldı.” dedi.
Semuh Adil, babasının İstanbul’u işgalcilerden başarılı bir organizasyonla devralmasıyla şehirde bir kahraman haline geldiğini, bunu çekemeyenlerin onu terfi ettireceklerine, eski görevi olan Milli Savunma Bakanlığı Müsteşarlığı’na dahi atamayıp alt düzeyde bir göreve kaydırdıklarını söyledi. En önemlisi de tarihteki başarılarını hafızalardan silerek onu unutturduklarını ifade etti. Tek parti döneminde geri plana itilen paşa da kendisini sanayiciliğe vererek ülkesine üretim alanında hizmet etmeye devam etmiş. Babasının CHP’ye yakın olmaması nedeniyle Çanakkale Zaferi’ndeki başarılarının gölgelenmek istendiğini anlatan Semuh Adil, İstanbul’un kurtuluşunun 2 Ekim’de kutlanacağı günleri bekliyor sabırla. Bir de resmî bir Çanakkale programında babasının 18 Mart kahramanları arasında anılmasını.
Paşa, Çanakkale’nin de kahramanlarından
1882 Fatih doğumlu Selahattin Adil Paşa, 1961 yılında vefat ettiğinde ailesi dışında unutulmuş gibiydi. Oysa 18 Mart Çanakkale Zaferi’nin iki mimarından biriydi. Cevat Çobanlı Paşa ile birlikte İtilaf donanmasını karanlık sulara gömen Müstahkem Mevki’nin Kurmay Başkanı’ydı. Bugün Çanakkale kutlamalarında adı bile anılmıyor. Semuh Adil, babasının işgalcilerden İstanbul’u kurtaran ve şehri devralan komutan olmasına rağmen İstanbul’un kurtuluşu kutlamalarından adının silinerek haksızlığa uğratıldığına inanıyor. Hatta bu haksızlık o boyutlara ulaştırılmış ki İstanbul’dan son işgal kuvvetleri 2 Ekim 1923′te “Arabic” adlı gemiyle ayrıldıkları halde, kurtuluş tarihi 4 gün sonraya alınmış. Yani Şükrü Naili (Gökberk) Paşa’nın kolordusuyla İstanbul’a girmesi esas alınmıştı. Halbuki o tarihte İstanbul zaten kurtulmuş durumdaydı.
Bu durumu Selahattin Adil Paşa hatıralarında şöyle anlatıyor: “Türk, İngiliz, Fransız ve İtalyan birliklerinden ayrılan birer birlik belirli saatte Dolmabahçe meydanında yerleşmişti. Yapılan geçit merasiminden sonra İtilaf devletleri kumandanları tarafından büyük bir seyirci topluluğu önünde alkışlar arasında şanlı bayrağımız selamlandı. Yabancı kumandanlar, cami rıhtımına kadar uğurlanmış ve burada rıhtıma yanaşan bir motorla Fındıklı açıklarında beklemekte olan Arabic vapuruna gitmişlerdi. Bu suretle de İstanbul işgaline kesinlikle son verilmişti.”
Mustafa ARMAĞAN, İstanbul, 06 Ekim 2011

Mustafa ARMAĞAN İle Türkçe Ezan Üzerine…

Sayın Armağan, öncelikle şöyle bir soru ile başlamak yerinde olacaktır. Sizce Ezanın Türkçe okunması Osmanlı İmparatorluğunun Batılılaşma sürecinde aydınlar ya da devlet yönetimi tarafından tartışılan konulardan biri olmuş mudur?
Özellikle 1910’lu yıllarda bazı reformist Türkçü yazarlar tarafından tek tük çıkışlar görülmekle birlikte Türkçe ezan isteğini en net bir şekilde ifade eden kişi, Ziya Gökalp olmuştur. Ziya Gökalp’in bu talebi ekseriyetle 1918 yılında yayınlanan Yeni Hayat isimli kitabında dillendirdiği bilinir ama son kitabımızda biz bu tarihi 1915’e kadar çektik. Bu kitabında yer alan ve
Bir ülke ki camisinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duanın
mısralarıyla başlayan “Vatan” başlıklı manzumesiyle birlikte bu konuda bir düşünce tohumu ekilmiş olduğunu görüyoruz. Biliyoruz ki, Mustafa Kemal Paşa her ne kadar bütün düşüncelerine katılmasa da, Ziya Gökalp’i dikkatle ve takdir ederek okuyan biriydi. Nitekim Ziya Gökalp’ın Türkçe Ezan, Türkçe İbadet, Türkçe Kur’an gibi o zamana göre aşırı sayılabilecek fikirlerinin sonraki nesilleri ciddi manada etkilediğini biliyoruz.
Aynı Ziya Gökalp’ın o yıllardan biraz önce “Ezan” isimli bir şiiri de var ama…
Tabii ki… Ama dikkat edin, Sultan II. Abdülhamid döneminde yazılmıştır o şiir. Şimdi Abdülhamid dönemi çok ilginçtir. Sonraki dönemlerde ona karşı olduklarını söyleyen aydınlar Abdülhamid zamanında müthiş Osmanlıcıdır, çok muhafazakârdır, hatta Abdülhamidcidir. Ziya Gökalp de bu insanlardan birisidir. Nitekim 1908’de Abdülhamid’in cülus yıldönümlerinden birinde Abdülhamid’i öven bir şiir kaleme almıştır. Ve söylediğiniz gibi Arapça ezanın güzelliklerini anlattığı “Ezan” adlı şiiri de vardır. Yahya Kemal de öyledir. O zamanki İrtikâ dergisinde Abdülhamid’i öven şiiri de vardır Yahya Kemal’in. Daha sonraları o da Abdülhamid’den kaçıp Paris’te Jöntürklere katılmıştır. Dolayısıyla o dönemde yazılan şiirler unutturulmaya çalışılmış, hatta yokmuş gibi davranılmıştır. Bu şiirler birileri tarafından kamuoyuna sızdırılacak olsa “irticacı”, “saltanatçı”, “eski rejim taraftarı” olarak yaftalanacakları bilindiğinden o dönemde yazılanların gizli kalması ihtiyacı hissedilmiştir.
Peki, Türkiye’yi yasağa götüren süreç nasıl başladı ve gelişti? Ayrıca bu süreci nasıl değerlendirmeliyiz?
Olayı inkılâplar bağlamında değerlendirmek gerekir. Tarihî süreci şöyle resmedebiliriz:
  • 1924 Hilafetin kaldırılması ve tevhid-i tedrisatın kabul edilmesi.
  • 1925 Şapka inkılâbı.
  • 1926 Medeni Kanunun kabulü.
  • 1928 harf inkılâbı.
  • 1929’dan itibaren dilin özleştirilmesi (Öz Türkçeciliğin başlatılması) ve 1932’de Türk Dil Kurumu’nun kurulması. Aynı yıl Türk Tarih Kurumun kurulması ile tarih görüşünde değişiklik yapılıyor ve böylece kültür devrimleri safhasına geçilmiş oluyor. Nihayet ‘Son inkılâp’ olarak sıra dinde reforma geliyor. Bu süreci böyle okumak lazım.
Dinde reformun amacı şudur:
Türkiye de harf değişikliğine, medeni kanun getirilmesine, şer’i devletten laikliğe geçilmesine, dilin ve tarihin değiştirilmesine rağmen hala soğumayan, direnen dinî bir hararet mevcut. İnsanlar hala mevlitlerde, Kur’an okunurken ağlıyor, yaşıyor o duyguları. Ama laik yıldönümleri insanları aynı şekilde etkilemiyor. Belki bir bando yerleri zangırdatarak geçiyor ama o sivil din dediğimiz insanların kendi aralarında samimi bir şekilde yaşadıkları ortamda dinin oluşturduğu ambiyans, ya da Şerif Mardin’in deyişiyle ‘efsun’ diyelim, bir türlü yakalanamıyor. Duadan, ilahiden, Kur’an’dan zevk alma olgusu yeni rejim tarafından laikleştirilemediği gibi, onun alternatifi de aynı şekilde insanların gönüllerine tesir edemiyor.
Edemeyince ikili bir ambiyans doğuyor:
Biri dinî, öbürdü laik. Halbuki onlar ikincisini birincisinin yerine ikame etmek istiyorlardı. İşte halkın kalbine inmek, günlük hayatında onun duygusal dünyasının fethi bir türlü başarılamıyordu. Bu yüzden din alanının soğutulması gündeme geldi. Yerini alamıyorsa, yerine geçirilmeliydi.
Ne yapılıyor bunun için? Kur’an tercüme ettiriliyor ve camilerde Türkçe Kur’an okutulmaya başlanıyor. Türkçe ibadet gündeme geliyor. Sonra da namazlarda dua ve surelerin Türkçe okutulması konusu arkasından…
Hatta “iftitah tekbiri” denilen “Allahu ekber” değil, “Tanrı uludur” diyerek namaza başlanması, arkasından tekbirlerin, salaların, salavatların Türkçe getirilmesi ve en son 1932 başında Fatih Camii’inde ilk Türkçe ezanın okutulma girişimi. Tekil bir olay gibi görünüyor ama arkası gelecektir.
Özetlersek, 1932 yılına kadar diğer inkılâplar, reformlar tamamlanıyor, laikliğe geçiliyor ve bir adım daha atılarak 1932’de artık din alanının devlet tarafından tanzim edilmesi noktasına geliniyor. Sadece idari şekline değil, içeriğine de bir müdahale başlıyor.
Burası artık laikliğin kırılma noktasıdır bence. Laiklik belki buraya kadar esneyebilir. Yani Diyanet’in kurulması, din adamlarının devlete bağlı hale getirilmesi… Ama artık devletin sınırı aşarak, “İbadeti şöyle yapacaksın, duanı böyle edeceksin, namazı böyle kılacaksın” demeye başlaması ve bunu kanuni ya da idari bir takım yaptırımlarla düzenlemeye kalkması laiklik sınırının aşıldığı anlamına geliyor ki, bu hem halk için sıkıntılı bir süreç, hem de laiklik adına sıkıntılı bir yorum oluşturmuştur.
Halk tarafından, daha doğrusu dilden dile dolaşan bir söylem olarak Ezanın Arapça okunması yasağı Mustafa Kemal Atatürk tarafından konulmuştur. Bu söylemi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Şimdi ezan yasağının iki aşaması var. İlki, Atatürk tarafından 1932’de başlatılan aşama. Türkçe ezanı bizzat Atatürk istiyor. Fakat bir kanun çıkartmıyor, sadece Diyanet kanalıyla bir idari düzenleme olarak müezzin ve imamlara yönelik bir genelge yayınlatıyor ve ‘Bundan sonra ezan Türkçe okunacaktır’ deniliyor. İkinci aşama olarak 1941’den 1950’ye kadar devam eden yasal süreç geçerli, yani kanunla Arapça ezanın yasaklanması devresi. Sene 1941, artık Atatürk ölmüş, İnönü Cumhurbaşkanı ve Refik Saydam Başbakan.
Peki ezan yasağını Atatürk kanunla düzenleyemez miydi?
Bence Atatürk bu konuda çok kurnaz davrandı. Çünkü devlet ve din işlerinin ayrılması anlamındaki laiklik, eğer devlet bir kanun ile ibadetin nasıl yapılacağını düzenlemeye kalkarsa çiğnenecekti. Laikliği ben koydum, ben çiğnedim, gibi abes bir durum ortaya çıkacaktı. Çünkü sonuçta bir insanın camide nasıl ibadet edeceğini devlet düzenliyorsa, o bir din devleti demektir ve laik değildir. Bir dini, o dinin kendi kuralları düzenler. Yani hangi dua okunacak, hangi şekilde namaz kılınacak? Laik devlet bunlara karışamaz.
Şöyle düşünün: Devlet insanların alnı secdeye gitmeyecek diye bir kanun çıkarabilir mi? O zaman bu nasıl bir laiklik olacak? Din işlerine o dinin otoriteleri karar verir. Nasıl din adamlarının devlet işlerine karışması yanlışsa, devletin de ibadetlere müdahalesi aynı şekilde yanlıştı. Dolayısıyla Atatürk daha ‘denemeci’ bir yaklaşım seçti. Acaba Türkçe ezanı topluma bu şekilde tutturabilir miyim? diye düşündü. Yoksa Celal Bayar’ın dediği gibi eğer Harf devriminde olduğu gibi hakikaten kafasına koymuş olsaydı bunu ne yapar eder çıkartırdı.
Dolayısıyla Atatürk bu konuda ısrarcı değildi ve bu uygulamanın zaman içinde oturacağını düşünüyordu. Bu açıdan ezan yasağını bir kanunla düzenleme yoluna gitmedi. Konuyu idari düzenleme aşamasında bıraktı.
1941 yılında ise yasak kanunla düzenlendi, üstelik hem para cezası, hem de hapis cezası getirildi. Böylece laiklik çok ağır bir yara almış oldu. İnsanlar mağdur oldu; dayak yiyenler, işini kaybedenler, hüküm giyenler, mahkemelerde sürünenler vs. Devlet büyük bir itibar kaybına uğradı. Toplum devletinden uzaklaşmaya başladı. Halk namazını kılacak ama etrafa gözeticiler koyuyor, jandarma geliyor mu, müfettiş, öğretmen birileri var mı diye; ancak emin olduktan sonra ezanını okuyabiliyordu. Aynı şekilde Kur’an öğretmek de yasaktı.
İşte böyle bir ortamda, 1950’de Rahmetli Adnan Menderes’in yaptığı şey “Arapça ezanı okuyanlar 300 liraya kadar para cezası ve 3 aya kadar hapis cezası ile cezalandırılır” fıkrasını kanundan, 526. maddeden kaldırmaktır. Bu değişiklik ile bence laikliğin ruhuna çok uygun bir harekette bulunuldu. Bilindiğinin aksine Menderes Arapça ezan okuma mecburiyeti getirilmedi, Türkçe okumak da yasaklanmadı. Kanun laikleştirildi, tarafsızlaştırıldı. Sonrasına ise cemaat karar verdi. Hangi şekilde ibadet etmekten zevk duyuyorsa onu yaptı. 60 senedir bir tek vakitte, bir tek camide Türkçe ezan okunmadıysa halk tercihi belli. Dolayısıyla Adnan Menderes ve Celal Bayar’ın tavırları laikliğin ruhuna uygundu.
Bütün bu yapılanların sebebi, halkı daha da dindarlaştırmak olarak açıklanıyor. Bunun doğruluğunu ya da yanlışlığını nasıl değerlendirebiliriz?
Türkçe ezanla amaçlanan şey, halktaki dinî hararetin soğutulmasıdır. Bu hararet nasıl soğutulabilir? Cumhuriyetin kurmak istediği kurumların karşısındaki alternatif tek halk kurumu olan camiler nasıl cemaat açısından karizmasını kaybedebilir? Dava buydu. Dikkat ederseniz aynı tarihlerde Halkevleri açıldı ve ilçelere kadar ısrarla yaygınlaştırıldı. Halkevleri ne demek? Cami Allah’ın evi, onun karşısına, bazen kapatılan caminin içine Halkevi açılıyor. Maksat, buradan da belli değil mi?
Peki, bu sürecin sonunda ne oldu? Bugünlerde de okuyoruz, siz de okumuşsunuzdur. ‘Efendim Ezan Türkçe okunursa insanlar anlar, Allah’ı daha çok severler, camiler dolar, taşar’ deniliyor. Peki, öyle mi olmuş? Hayır. Uygulama tam tersini gösteriyor. Camiler neredeyse tamamen boşalmış, insanlar evlerinde ibadete başlamışlar. Çünkü sünnet değiştirilmiş. Peygamber Efendimiz’in (SAV) sünneti değiştirilmiş. Dolayısıyla insanlar ezan Türkçe okununca o namazın kabul olmayacağını düşünmüşler. O yüzden namazlını evlerinde kılmayı tercih etmişler. Yani baştaki iddianın tam tersi gerçekleşmiş oluyor.
İkinci olarak camiler boşalınca ne oluyor? Denildi ki, o kadar para veriyoruz imama, müezzine ama bunların cemaati yok. Ne yapalım? Bir semtte 3 cami varsa 2’sini kapatalım ve herkes o tek camiye gitsin. Mesela Çorum’un Alaca ilçesinde tek bir tane cami bırakılıyor.
Üçüncü ve son olarak, bunlar yapılınca, ‘Camiler neden boş duruyor?’ deniliyor. Milli servet olması açısından bakılıyor olaya. Bu sefer de cami binalarını başka amaçlarla kullanalım deniliyor. Ne yapılıyor? Buğday depoları yetmiyor, depo olarak kullanılıyor. Ahıra Askeri birliğin ahır ihtiyacı var, onun için kullanılıyor. Mesela Bursa’da Molla Arap Camii bu amaçla kullanılıyor ve daha çok örnekleri var bunun. Yetmedi, kiralayalım deniliyor. Minaresi yıkılarak kullanılan böyle pek çok cami var. Dükkân olarak kullanılmışlar. CHP ilçe ve bucak teşkilatları ve Halkevlerinin minaresi yıkılmış camileri büro olarak kullandıklarını biliyoruz.
Sonuçta şöyle bir durum ortaya çıkıyor: İnsanlar ezanın ne dediğini anlarsa daha çok dindarlaşacak, camilere dolacak diye bir gerekçeyle başlayan süreç insanların kutsala olan saygısını da ortadan kaldırıyor. Camileri ahır olduğunda artık camiye saygısı kalır mı insanların? Orada bir çöp bile bulsanız kaldırmak isterken ahır olduğunu görünce o alanın dokunulmazlık, kutsallık değeri da yıkılıyor gözünüzde. Ondan sonra bakın sırasıyla neler geliyor: Birçok caminin yıkılması, zarar görmesi, çürümeye terk edilmesi, vs.
İşte bunu yapınca toplumu bir arada tutan en önemli faktörlerden bir tanesini, kutsallık bağını ortadan kaldırmış oluyorsunuz.
Bir örnek verebilir misiniz söylediklerinize?
Mesela 27 Mayıs İhtilalinden sonra darbeciler ile CHP gençlik örgütleri 18 Martta bir Çanakkale gezisi düzenliyorlar. Çanakkale’ye, yani bu ülkenin kuruluşundaki en önemli mekâna, şehitlerin mezarlarına. Bir gemi tutuluyor ve üniversitede okuyan kız ve erkekler gemiye bindiriliyor, aynı zamanda kasa kasa içki de konuluyor. Yolda içki, dans, türlü rezaletler… Çanakkale’ye çıkıldığında ise sadece bir avuç insan kendinde. Geri kalanlar sarhoş ve rezillik çıkartıyorlar. Maalesef aynı durum dönüşte de yaşanıyor. Bazı genç kızlar bekâretlerini yitiriyor. Bu geziye basın mensupları da katılmış. Duyulmasını istemiyorlar rezaletlerin, inerken basına paralar veriliyor, lütfen bunları yazmayın diyorlar. Fakat birkaç gün sonra kızı felakete uğrayan bir anne emniyete şikâyette bulunuyor. Tabii emniyet muhabirleri eliyle olay basına yansıyor ve tarihe KADEŞ REZALETİ adıyla geçiyor.
İşte Cumhuriyet gençliğini getirmek istedikleri nokta burası. Çanakkale gibi tüylerimizin ürpermesi gereken bir kutsal mekâna insanları sarhoş ederek götürmek ve onların gözünde bütün kutsalları yıkmak.
İşte tam da bu noktada 1950’de ezanın Arapça okunması aslında bir dönüm noktasıdır. Bir simgedir. Kritik bir virajdır. Eğer o viraj alınamasaydı Türkiye çok daha maneviyat yoksulu bir ülke olacaktı. Maneviyatın yeniden dirilmesi 1950’de başlıyor. İmam-Hatiplerin açılması, Kur’an öğretiminin serbest bırakılması, hafızlık öğretiminin başlaması vs… Bu sebepten ezan ın aslında olduğu gibi Arapça okunması çok önemli bir dönüm noktası olmuştur. Eğer o viraj alınmamış olsaydı Türkiye’nin hali bugünkü Kıbrıs’tan farklı olmazdı. İşte Kıbrıs’ın hali ortada. Kur’an öğretimi yasaklanıyor ve bunu yapanlar da öğretmenler sendikası. Aynı öğretmenler sendikası ÖSYM sonuçlarında en başarısız yer olarak Kıbrıs’ın çıkması konusunda nedense seslerini çıkarmıyorlar.
Kıbrıs’ta bir konferans vermiştim geçen yıl. Orada dedim ki: ‘Kıbrıs’a bakın ve Türkiye’nin ne hale getirilmeye çalışıldığını anlayın.’

Bu açıdan 1950 çok önemli bir viraj oldu.
1950’de öyle bir patlama yaptı ki halkın talebi, Meclis’te yapılan ezan oylamasında CHP’nin de olumlu oy vermek zorunda kaldığını görüyoruz. Bana göre Menderes bu adımı iktidara gelir gelmez atmasaydı, Arapça ezanın okunmasının önündeki engeli kaldırmış olmasaydı, sanıyorum ileride hiç atamazdı. Çünkü 1950’de perişan olmuş bir CHP varken karşılarında, ileriki yıllarda tekrar toparlandılar ve güçlendiler, hatta Demokrat Parti’ye göz açtırmadılar muhalefetten.
“Felah” kelimesi var bir de. Sizce her şey Türkçeleşirken neden sadece ona dokunulmuyor?
Şimdi içerik konusuna girersek ezanda toplam (tekrarlar ve edatlar hariç) 10 kelime var. Bu 10 kelimenin 4 tanesini (Allah, İlah, Muhammed, Resulullah) zaten günlük dilde kullanıyoruz. Eğer Müslüman olmak için söylenmesi gereken Kelime-i Şehadet’in kelimeleri olan Eşhedü, İlah ve İllallah’tan ikisini de çıkarırsak bu rakam 6 kelimeye çıkar. Bilinmeyen 4 kelime kalır ve bunlardan biri de felah’tır. Mana olarak ‘kurtuluş’ demek. Namazın manevi olarak kurtuluş olduğunu simgeliyor. Ezanı Türkçeleştirenler o kelimeye gelince duruyorlar. Ya millet bunu suiistimal ederse, haydin kurutuluşa diyerek; ya bunu Cumhuriyetten kurtuluş olarak algılarlarsa, ya bunu dine dönüş olarak yorumlarlarsa; ya laiklikten kurtulmak gibi bir dua olarak okurlarsa gibi bir sürü soru. İşte o zaman deniliyor ki, felah aynen kalsın, Türkçe olmasın. Onu da katarsak geriye 3 kelime kalıyor. Bunlar hayya haydi demek, salah namaz demek, ekber de en büyük demek. Dolayısıyla birisine en fazla 3 dakika içinde öğretilebilecek bu 3 kelime için 1400 yıllık bir sünneti değiştirmek nasıl izah edildi, nasıl makul gösterildi? Ben hala anlayabilmiş değilim.
Peki, Rahmetli Adnan Menderes’in bu süreçte istifa ettiği bilgisi ne kadar gerçekçi?
Rahmetli Menderes ilk icraat olarak ezanın gündeme gelmesini istiyordu. Celal Bayar ise biraz zaman lazım diye düşünüyordu. Zira CHP’nin yeni iktidarı irtica ile suçlayabilme ihtimali söz konusuydu. Fakat Menderes ‘Bundan sonra bir daha böyle bir fırsat bulamayız, şimdi yaptık yaptık, yoksa bir daha yapamayız’ fikrindeydi. Celal Bayar kabul etmiyor önce bu fikri. Bunun üzerine Menderes’in istifa etmese bile geri çekildiğini, gücendiğini biliyoruz. Galiba 1-2 günlüğüne başkentten ayrılıyor. Başkentten kaybolan Menderes’in Mersin’de bulunduğunu öğrenen Bayar onu çağırıyor ve düzenlemeyi beraberce yapıyorlar.
Malum yasak sürerken ülkenin dört bir yanında traji-komik ve dramatik bir çok enstantane yaşanıyor. Hepsinin yanında bir de HATAY konusu var ki bu başlı başına bir trajedi…
Hatay’a geçmeden önce şunu anlatayım: Diyelim 1932’de Mardin’desiniz. Tek kelime Türkçe bilmiyorsunuz. İmam da bilmiyor, müezzin de. Arapça biliyorsunuz sadece. Sonra bir gün devletten bir emir geliyor: Ezan Türkçe okunacak. Bugün bile böyle köyler mevcuttur. Peki bu bölgelerde bu kararın uygulanmasının kime ne faydası vardır? Türkçe bilmeyen insanların ezanı Türkçe okumalarının devlete ne faydası olacaktır? Anlamak hakikaten zor.
İkincisi, o insanlar Arap oldukları için ezanı zaten anlıyorlardı. Eğer amaç ibadetlerini ve ezanı anlamaları ise o insanlar zat anlıyorlardı. Dilini anladıkları bir din onlar için anlaşılmaz olmuyor mu?
Bir de şuna bakalım: O bölgelere devlet ne götürmüş hizmet olarak? Elektrik yok, su yok, yol yok, hemşire yok, doktor yok, hizmet olarak sadece Türkçe ezan götürmüşsün. Bilmedikleri bir dilde ezan okumaya mecbur etmişsin. Devlet oraya bir jandarma ve vergi tahsildarıyla gitmiş, bir de Türkçe ezan ile. Bunlar bugünkü Kürt meselesinin temelinde yatan şeyler. Hepsi değil tabii ama bu da sebeplerden biri.
Bu çalışmaya başlamadan önce meselenin o bölgedeki vatandaşlarımız tarafından bu derece farklı algılandığını bilmiyordum. Onların olayı din açısı yanında birlikte bir de dil açısından algıladıklarını bilmiyordum. Amerika Türkiye’yi işgal etse ve ezanların İngilizce God is greatest’ diye okunmasını emretse ne düşünürseniz onlar da böyle hissetmişler. Kürtler Türkçeden sırf bu sebeple nefret etmişler. Çoğu köyde bildikleri tek Türkçe ibare ‘tanri ulidir.Bu bir zulüm değil mi?
Hatay’da ise gerçekten traji-komik bir durum yaşanıyor. 1938’de Suriye mi Türkiye mi? diye bir halk oylaması yapılıyor. Gariptir, bu süreçte Türkiye büyük bir propaganda faaliyetleri yürütüyor. Türkiye’den Şeyhler, Hocalar, Din adamları gönderiliyor bölgeye. Türkiye’de tekkeler kapatılmış ama orada Müslüman Türkiye propagandası yapılıyor. Türkiye’nin ne kadar dindar bir ülke olduğu vurgulanıyor Hataylıların gözünde.
Sonuç olarak halk Türkiye’yi seçiyor ve Türk askeri Hatay’a giriyor. Askerimizin ilk yaptığı iş ezanı susturmak oluyor. Halk şaşırıyor. ‘Yahu burada Fransızlar varken ezan Arapça okunuyordu Türkler gelince neden sustu ezanlar? Hani biz işgalden kurtulmuştuk?’ Biliyorsunuz Hatay’da önemli miktarda bir Arap nüfusu var. Dolayısıyla işgalci Fransa’nın karışmadığı ezana Türkiye devleti karışıyor. Sadece ezana karışmakla kalmıyor Türkiye. Kur’an öğretiminde de benzer sıkıntılar yaşanıyor.
Neden “Türkçe Ezan ve Menderes”?
Çocukluğumdan beri babam anlatırdı, etrafımdaki yaşlı insanlar anlatırdı ama ben bu konunun çok fazla üzerinde durmadım. Geçen yıl konuyu biraz inceleyince olayın ne denli önemli olduğunu gördüm, tanıkların yavaş yavaş azaldığını da. 18 yıllık sürede yaşanan sıkıntılar, çekilen acılar, kararan hayatlar beni çok ama çok etkiledi.
Ayrıca kitabın çıkışının Arapça okunmasının serbest bırakılışının 60. yıldönümüne denk gelmesi de ayrı bir etken oldu. Bu konunun kulaktan dolma bilgilerle değil de, bir araştırma mahsulü eserle ele alınması için, sadece araştırma değil, olayı yaşayanları da işin içine katarak çok daha etkili ve kalıcı bir çalışma yapılabileceğini düşündüm. Çalışmamızda kırk kadar gönüllü görev aldı. Hepsine teşekkür ediyorum. Ben de gençlerle beraber çalışmanın keyfini yaşadım. Takıldığım yerlerde onlar bana, onların takıldığı yerlerde ben onlara yardımcı oldum ve sonuçta bu eser ortaya çıktı.
Umarım yararlı olmuştur ve bu acılı devrede akıtılan gözyaşlarının tuzu gelecek nesillerin dillerine ve gönüllerine değmiştir.

Diyarbakır’daki Ayetelkürsi’yi ayaklar altından kaldıracak kimse yok mu?

Diyarbakır’daki Ayetelkürsi’yi ayaklar altından kaldıracak kimse yok mu?

Mevlana Moğol casusu muydu?

Soru
Mevlana’nın Moğol ajanı olduğu iddia ediliyor. Doğru mudur?
Oktay Duran

Cevap
Eğer bu iddia gerçekse Mevlana nasıl Moğol ajanı olacak? Hiç düşündünüz mü?
Gidecek, Moğollar lehine ama Selçuklular aleyhine çalışacak,
onlar adına saraydan bilgi toplayacak ve Moğollara aktaracak. Müritlerini
de bu iş için yıllarca kullanacak. Bunun karşılığında da para veya ihsan alacak.
Ve bu işi, herkese “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” diyen birisi yapacak.
Ne diyeyim: Size olacak şey gibi geliyorsa kabul ediverin gitsin bu iddiayı.

İşte İnönü’nün Atatürk’ü çarpıttığının belgesi

Eski gazeteleri gözden geçirmek kadar zevkli ve aynı oranda şaşırtıcı pek az şey vardır bu dünyada. Tabii bana göre. Geçenlerde sahaflardan yine bir tomar eski gazete satın aldım ve günlerce sararmış sayfaların arasında dolaştım durdum. Her zaman olduğu gibi şaşırdığım ve üzerinde düşündüğüm nice haberle karşılaştım. İşte onlardan birisi:
Atatürk’ün 22 yıl muhafızlığını yapmış olan 85 yaşındaki Başçavuş Tahsin Cinoğlu, Milli Savunma Bakanlığı’ndan kendisine tahsis edilecek maaşı ve İstiklal Madalyası’nı beklemektedir.
Günaydın gazetesinin 10 Kasım 1969 tarihli nüshasında yer alan haberde Atatürk’ün korumasının Bektaşi dedeleri gibi upuzun sakalıyla çekilmiş hiç de iç açıcı olmayan bir fotoğrafına da yer verilmiş. Düşünün, Cumhuriyet kurulalı 46 yıl, Atatürk öleli 31 yıl olmuş ama Atatürk’ün tam 22 yıl boyunca korumalığını yapmış olan bir emekli askere henüz maaş bağlanmamış, onu bırakın, İstiklal Madalyası dahi verilmemiş. Görüldüğü gibi İstiklal Madalyası’nı alanların hepsi onu hak etmedikleri gibi, Tahsin Cinoğlu gibi alamayan binlerce hak sahibi de beklemedeydi.
Verilmeyenlerin mutlaka CHP ile veya yeni rejimle bir sorunları olduğunu düşünüyorum. Vaktiyle öğrenciyken evinde kaldığım bir Hafız Amca vardı, İstiklal Savaşı’na katılmıştı ama İstiklal Madalyası almak ne kelime, karakolda başına sopayla vurulmak suretiyle gözleri kör edilmiş, böyle ödüllendirilmişti. Madalyayı Tek Parti döneminde istediklerine vermişler, istemediklerine vermemişler, bu açık. Bunu sonuna kadar tartışmaya varım. Ancak CHP ve İnönü’nün, devirler değiştikçe nasıl çark ettiklerine ve ellerine imkân geçtiğinde tarihi nasıl çarpıttıklarına dair bazı örnekler vermek burada daha önemli görünüyor bana.
Malum, Atatürk’ün cenaze namazı Dolmabahçe Saray’nda gizli saklı kılınmıştır. Niyet “Allah için namaza, meyyit için duaya…” şeklinde Hafız Yaşar Okur tarafından getirilmiş (nedense niyet metninde yer alan “Resulullah için salavata” kısmını atlamıştır, hatıralarında kendisi söylüyor), iftitah tekbirini ise Şerefeddin Yaltkaya “Allahu Ekber” yerine “Tanrı Uludur” diye almıştır. Küçük bir grup kılmıştır cenaze namazını ve bir tek kare dahi fotoğrafının çekilmesine izin verilmemiştir.[1]
Nedendir bu gizlilik peki? Ve nedendir her Müslüman gibi Atatürk’ün de cenazesinin camiden kaldırılmasına karşı çıkma, törende hiçbir dinî sembole yer vermeme tavrı. Nihayet 1953’de Anıtkabir’de toprağa verilirken kardeşi Makbule Atadan’ın tabuta Arapça bir dua koymak istemesi karşısında “O bunu istemezdi, Atatürk bize darılır” diye geri çevrilmesinin anlamı nedir?
Atatürk’ün cenaze törenini ‘din-siz’, yani dinî unsurlara yer vermeden icra ettirenler, acaba kendi cenazelerinde nasıl davrandılar? diye insan merak ediyor değil mi? Dönemin Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak Eyüpsultan’daki son yolculuğuna tekbirlerle ve tarikatdaşlarının zikirleriyle uğurlanmıştı (Nisan 1950). Zamanın Başbakanı Celal Bayar Müslümana yakışır bir törenle doğduğu köy olan Umurbey’de toprağa verilmişti (1986). Keza zamanın Cumhurbaşkanı İnönü’nün cenazesi de tam bir Müslüman cenazesi gibi kaldırılmıştı (1973). Hem de çok ilginç ayrıntılarla bezeli bir cenazedir onunkisi. Anlatmam lazım mutlaka.
CHP’liler kadar olmayanların da bilmesi gereken bu derin ayrıntıları 29 Aralık 1973 tarihli Hürriyet gazetesinden beraberce okuyalım:
Kurtuluş Savaşı Kahramanı İsmet İnönü’nün ruhunu taziz için Kurban Bayramı’ndan bir gün önce (3 Ocak Perşembe günü) mevlit okutturulacağı, aile yakınlarından biri tarafından ifade edilmiştir. İnönü’nün [cenazesinin] yıkanması işlemi, Pembe Köşk’teki banyoda ve Ankara Müftüsü’nün nezaretinde yapılmıştır. Yıkama işlemini tamamlayan iki imama aile yakınlarından biri yardım etmiş, bu sırada iki oğlu (Ömer ile Erdal) babalarının vücuduna birer tas su dökmüşlerdir. Yıkama işlemi bittikten sonra, vefatından sonra alınmış bir kefene sarılmak istenince, eşi Mevhibe İnönü müdahale etmiş ve kendi sandığından çıkardığı “Hasa”[2] denilen bir kumaştan yapılmış kefenin kullanılmasını istemiştir.
Haber şöyle devam ediyor:
Bayan İnönü ayrıca, yine sandıktan çıkardığı, üzeri sim ile “Lâ ilâhe illallah Muhammeden Resulullah” yazılı 1,5 karış eninde yeşil satenin, İnönü’nün göğsü üstüne konulmasını istemiştir.
Burada dikkat çekmek istediğim husus, Cumhuriyet’in ikinci kurucusu (“İkinci Adam”) İsmet İnönü normal bir Müslüman gibi gömüldüğü halde, ilk kurucusu (“Tek Adam”) Atatürk neden bundan mahrum edilmiştir? sorusudur. Arkadaşları dinî vecibelerine uygun bir şekilde defnedildiği halde Atatürk’ün suçu günahı neydi? ‘Beni ‘Müslüman gibi gömmeyin’ diye bir vasiyeti mi vardı yoksa bilmediğimiz? Varsa açıklasınlar da bilelim. Yoksa bu şekilde gömülmesinin bir açıklaması olmalı değil midir?
Hem sonra Makbule Hanım’ın tabuta dua koyma isteği reddedilirken Mevhibe Hanım’ınki neden normal karşılanmıştır? Aradan 35 yıl mı geçti? Yani zamanla işler değişti diyorsanız, o zaman Atatürk 1938’de değil de, 1958’de ölse farklı şekilde gömülecekti mi demek istiyorsunuz? (Bu arada 10 Kasım 1953’deki törende de, aynı tarihte açılan Anıtkabir’de de herhangi bir dinî sembole yer verilmeyişi, Demokrat Partililerin de bu konuda CHP’lilerden pek de farklı düşünmediklerini veya düşünemediklerini akla getiriyor.)
Dahası, İnönü uzun siyasî hayatında din konusunda çok zigzaklı bir yol izlemişti.
Mesela türbeleri kapatan kanunu Başbakanlığı döneminde çıkarmış ama Cumhurbaşkanlığı döneminde yasağı kaldıran imzayı da kendisi atmıştı. 1950 seçimlerinden önce apar topar açılan türbeler sayesinde Demokratlara gidecek “Müslüman” oylarını avlama hesapları yapmıştı besbelli ama tutmadı.
Arapça ezanın yasaklanışı Başbakanlığına, kanunla yasaklanışı ise Cumhurbaşkanlığına rastlar. 1950’de Arapça ezan yasağının kaldırılmasına karşı çıkmayan da, 1965 yılında bir meydan konuşmasında ezan okununca susup huşu içinde(!) dinleyen de, bir zamanlar kapatmış olduğu Mevlana’nın türbesine gidip yaptığı konuşmada neredeyse ‘Biz Cumhuriyet fikrini Mevlana’dan ilham aldık’ demeye getiren de İnönü’dür.[3] Oysa yıllar önce ezan okunurken susan ve iki elini kavuşturarak sonuna kadar dinleyen Adnan Menderes’i, dini siyasete alet etmekle suçlayan da Paşamızın kendisiydi.
Atatürk’ü istediği kılığa büründüren ve ne yalan söylemeli, kendisini öne çıkarttırmak için çarpıtan İnönü’nün böyle bir kurnazlığı daha hayattayken yüzüne vurulmuşsa da, cevap verememişti. Kendi anlatımına göre İsmet Paşa, Mustafa Kemal’le 1916’da Kafkas cephesinde tanışmıştır. Kendisi 2. Ordu’nun Kurmay Başkanıyken başlarına Mustafa Kemal atanır. Ordunun durumunu sorar. O da 2 saat boyunca anlatır ve bir taarruz teklifinde bulunur. Mustafa Kemal de bayılır buna. İnönü’ye göre Atatürk’ün kendisine duyduğu güven ta oradan gelirmiş vs.
10 Kasım 1965 tarihinde Cumhuriyet gazetesinden Sait Terzioğlu’na verdiği mülakatta şöyle demiştir:
Yeni kumandanımız Mustafa Kemal Paşa’yı bir akşam karargâhta karşıladık. Kısa bir tanışmadan sonra hemen çalışmağa başladık. Ben Erkânı Harp Reisi [kurmay başkanı] olarak ordunun umumi durumunu anlattım. O hiç nefes almadan Erk^nı Harp Reisinin [anlayın canım, İnönü’nün] genel durumunu inceliyordu. (…) Görüşlerim, orduya verilmesi gereken yeni genel durumun teklifi ile bitiyordu. (…) Bu konuşmamız iki saat kadar sürdü. Mustafa Kemal Paşa kısa bir konuşmadan sonra vaziyeti tamamiyle kavramış olduğunu söyleyerek ordu hakkındaki tekliflerimi ayniyle kabul ettiğini bildirdi. Ve hemen tatbike geçilmek lâzım olduğunu ilâve etti. O zamana kadar ordu içinde ve İstanbul’la olan görüş farklarımızın birden ortadan kalkması ve hemen tatbika geçilmesinde yeni kumandana mübalağalı bir tesir yaptığım endişesi bende uyandı. Ve kendisine kesin kararını derhal vermemesini, ertesi gününü beklememizi rica ettim. (…) Bundan sonra vazife münasebetlerimiz her gün aramızda daha güvenilir, daha samimi karakterini arttırarak devam etmiştir.[5]
Bu satırlardan Atatürk’ü kendisinin yönlendirdiğini, hatta o kadar ki, onu aşırı yönlendirdiği için endişeye kapıldığını öğreniyoruz İnönü’nün. Bu ‘korumacı’ tavrı, bütün hatıralarında görmek mümkün.
Gazeteci Sabiha Deren, Meydan dergisinde sağ olan İnönü’ye, keza sağ olan eski Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın ağzından cevap verir. Aras, bir gün Atatürk’ün kendisine İnönü’yle tanıştıkları anı şöyle anlattığını aktarır (özetliyorum):
Tevfik Rüştü, diye başlıyor; ben İsmet’i ilkin Kafkas cephesinde tanıdım. İzzet Paşa’nın yerine tayin edildiğim kumandanlığın Erkânı Harp Reisi idi. İşe başlar başlamaz onu karşıma aldım ve birliklerin kış için yerleşme planlarının ne olduğunu sordum. Planı İzzet Paşa ile birlikte hazırlamış olduklarını ilave ederek anlattı. ‘Ben bu fikirde değilim’ dedim. Hayret etmiş göründü. Anlattım fikrimi. Daha geri hatlara çekilmek lâzımdı. Düşmanın burnu dibinde mevzilenmenin büyük tehlikeleri olabilirdi. İsmet ısrar diyordu. Belli ki plan İzzet Paşa’dan çok onun düşüncelerine tercümandı. Kararımım kat’i olarak tekrarladım. ‘Öyleyse yapacağımız bu değişikliği İstanbul’a bildirmek lazım’ dedi. ‘Neden? [diye sordum] ‘Sonra mesul olursunuz’ diye de ikaz etti. ‘İsmet Bey’ dedim, ‘ben bu ordunun kumandanıyım, kararımı alır, tatbik ederim. Beğenmezse İstanbul bana sorar. Ama şimdi benim onlara soracak bir şeyim yok.’ Anladı, selam verdi, çekildi.
Yalnız kalınca ordunun yeni mevzilenme planı üzerinde çalışmaya koyuldu. Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Kapı vuruldu. Baktım İsmet! ‘Hayrola’ dedim. Geldi, selam verdi ve:
-          Paşam, dedi; müsaade ederseniz yeni mevzilenme vaziyetimizi sizin fikrinize göre ben planlayayım.
Güzel bir hareketti bu. Benim fikrimde değildi. Çok farklı düşünüyor, hatta benim dediğim yapılırsa felaket olabilir ve mesuliyet gelebilir diye endişe besliyordu. Ve bunlara rağmen kumandan emrini yerine getirmeye hazır olduğunu bildiriyordu. Bir askerden de bu beklenirdi. Biraz isteksiz, ama çaresiz ‘hay hay’ dedim.
Gitti, o gece sabaha kadar çalıştığını gördüm. Yeni mevzilenme planı ertesi sabah masamın üzerindeydi, tetkik ettim Tevfik Rüştü, ve mükemmel olduğunu gördüm. Doğrusu kendi fikrimi ben bile bu derece mükemmel planlayamazdım.
Atatürk bir an durmuş ve ilave etmiştir:
‘İsmet’e dikkat etmek lazım Tevfik Rüştü, zira o inanmadığını bile mükemmel surette planlar ve tatbik de eder.’[5]
Bu alıntıdan iki gerçek göz kırpıyor yakın tarihimize:
1) “İnönü tarihi” diye bir tarih vardır ve İnönü uzun iktidarı süresince Atatürk’ü de kendisine uydurmuştur.
2) ‘İnanmadığını bile mükemmelen yapabilir oluşu’, tam bir tiyatrocu ustalığını gerektirir ve Harf devriminde olduğu gibi inanmadığı halde katılmış ve o günden Arap harflerini kullanmamıştır. Hatta bir seferinde Osmanlıca not aldığını gördüğü Atatürk’e bile çıkıştığını anlatırlar.
Üçüncü şıkkı hemen ilave edeyim: ‘Neden İnönü üzerinde bu kadar ısrarla duruyorsunuz?’ sorusunun sahiplerine gülümseyerek mukabele ediyorum.

[1] Atatürk’ün cenaze töreni ve cenaze namazıyla ilgili ayrıntılar için benim Korku Duvarını Yıkmak adlı kitabımda bulunabilir (İstanbul 2009, Timaş Yayınları, s. 93-106). Keza Fevzi Çakmak’ın cenaze töreniyle ilgili ayrıntılar da aynı kitapta yer almaktadır (s. 139-146).
[2] “Hasa, Irak’ta bir livanın adıdır. Galat olarak “Lehsa” suretinde de kullanılırdı.” Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, cilt I, İstanbul 1946, Milli Eğitim Basımevi, s. 751. Muhtemelen burada dokunan bir kumaştan yapılmıştı kefen.
[3] Sabiha Deren, “İnönü imana geldi”, Meydan, 13 Temmuz 1965.
[4] Aktaran: Sabiha Deren, “Daha önce anlatan oldu Paşam”, Meydan, 16 Kasım 1965, s. 14. İsmet İnönü, Abdi İpekçi’ye verdiği mülakatta ise o tarihte Mustafa Kemal’in henüz general olmadığını söylemiştir ki, doğrusu da budur. Bkz. Abdi İpekçi, İnönü Atatürk’ü Anlatıyor, İstanbul 1981, Cem Yayınevi, s. 11.
[5] Sabiha Deren, “Daha önce anlatan oldu Paşam”, Meydan, 16 Kasım 1965, s. 14.
14 Ağustos 2011, Pazar

Ecevit, CHP’nin Atatürkçülüğünü nasıl eleştirmişti?

19 Mayıs 1944 günü sabahın alacakaranlığında Süleymaniye Camii’nin avlusunda iki karaltı minarelere doğru ilerlemektedir.
 Ellerinde 32 metrekarelik bir Amerikan bezi vardır. Birinci adam minarenin ilk şerefesine sessizce çıkarak bezi iple sıkıca bağlamış, arkadaşının da karşı minarede aynı şeyi yapmasını beklemeye başlamıştır. Tam bu sırada caminin bekçisi onları fark ederek düdüğünü çalar, alarm verilir. Kaçmaktan başka çare yoktur. Nitekim biraz sonra iki adam karanlıktan istifade ederek -şimdilik- kayıplara karışırlar.
Eylemcilerden birisi geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden Mihri Belli’dir. Peki suçları? Bezin üzerine 2 metre boyundaki harflerle “Saraçoğlu Faşisttir” yazmışlardır! Bundan büyük suç olur mu Tek Parti devrinde?
Şimdilerin tatlısu solcularının toz kondurmadıkları Tek Parti dönemi, aslında bir zamanlar solun da faşistlikle suçladığı bir zulüm dönemine tekabül etmekteydi. Kendi geçmişlerini bilmemek sadece sağa mahsus bir olay değil demek ki.
Savaş Açıkkaya’nın “Solun Türk Devrimiyle İmtihanı” (Paraf: 2011) adlı kitabı hem titiz basın taramalarıyla, hem de 2007 yılında Mihri Belli’yle gerçekleştirdiği üç söyleşiyle solun Atatürk ve CHP ile sorunlu ve zorunlu, hatta kerhen kurduğu ilişkiyi irdeleyen değerli bir çalışma.
CHP’nin özellikle 1965′ten sonra içine girdiği ideolojik bunalım -ki hâlâ sürüyor bence- Atatürk’le kurdukları bu sallantılı bağlantıdan çıkıyor. Hem ülkenin sahibiyim, hatta gerçek sahibiyim iddiasında, hem de Ecevit’i istisna edersek hiçbir serbest seçimde iktidara gelemiyor. Adı Halk Partisi olduğu halde gücünü halktan değil, asker-sivil bürokrasiden alıyor.
Bu çelişkiyi çözmeyi deneyen tek CHP lideri Bülent Ecevit olmuştu. Ancak onun da karşısında, sallansa da, hâlâ yıkılmamakta direnen İsmet İnönü heykeli vardı. Tek kişilik bir parti gibiydi. Üstelik 27 Mayıs darbesinden sonra silah zoruyla kendisine verilen Başbakanlık koltuğundan Demirel’in de oyunlarıyla düşürüldükten sonra bunalıma giren partisini tekrar toparlaması mümkün olmayacaktı.
İşte tam bu sırada CHP binasında ilk defa Atatürkçülük dışında bir ideolojinin hayaleti gezinmeye başlar: Ortanın Solu. İnönü Milliyet’e verdiği bir beyanatta “CHP devletçi bir partidir ve bu sıfatla elbette ortanın solundadır” der demez partide kazan kaldırmalar başlar. Ağır toplardan Tahsin Banguoğlu ve Kasım Gülek İnönü’yü eleştirirler. Herkesin kafası karışıkken 1965 seçimlerine girilir ve CHP halktan bir kere daha tokat yer. Partinin sol kanadına mensup Bülent Ecevit’in önünün açılması bundan sonradır. Ecevit, Orta’nın Solu ideolojisinin CHP’nin gerçek ideolojisi olduğunu savunarak yükselmiş ve 1969 seçim yenilgisinden sonra tahtı iyice sarsılan ve yaşlanan İnönü’nün halefi olmuş ve sonunda kendi partisinde yenerek sağlığındayken koltuğuna oturmayı başarmıştır.
Atatürk’ü gerçek devrimci olmamakla eleştiren Bülent Ecevit, 1974′te The Middle East dergisi tarafından “Yeni Atatürk mü? diye tanıtılmıştı.
Ancak Ecevit’in bu yükseliş sürecinde Atatürk hakkında yaptığı değerlendirmeler, 2005 yılında Zaman gazetesine verdiği “Vahdettin hain değildi” demecinin tesadüf eseri söylenmediğini doğrular niteliktedir. Ve sol açısından yeni bir söylemdir. Şimdi Ecevit’in o görüşlerinden birkaçını görelim:
Türkiye’de solun Atatürk’ü araçsallaştırması, yani reddetmeden kendi devrimlerine giden yolda aşılacak bir adım sayması alışkanlığına Ecevit’in de sahip çıktığını görüyoruz. Ancak o biraz daha cesur çıkmış ve solda bir Atatürk eleştirisi çığırını açmıştır. Mesela Atatürk’ü tabulaştırmamak gerektiğini şöyle savunmuştur: “Atatürk’ü tabulaştırmak, Atatürkçülüğe en aykırı bir eğilimdir.”
Atatürk’ü özleyenlere de söyleyecekleri vardır Ecevit’in: “Bazı kötümser kişiler, Atatürk’ün ölümünden otuzu aşkın yıl sonra, hâlâ bir Atatürk özlemi içendedirler. (Bunlar) kendi toplumlarına o kadar güvensizdirler ki, illa Atatürk dirilsin de veya bir başka Atatürk çıksın da, kendilerini kurtarsın isterler. Ölümünden otuzu aşkın yıl sonra Atatürk, kendini Türk toplumuna, bu kötümser kişilerin aradığı kadar aratıyor olsa idi, Atatürk’ün başarılı olmadığına hükmetmek gerekirdi. Oysa Atatürk’ün başarısı, Türk toplumunun Atatürksüz yürüyebilmesidir.”
Sanki bugünkü CHP’liler için söylenmiş gibi değil mi? Ama daha söyleyecekleri var Ecevit’in. Darbeciliğe ve askerden medet ummaya yönelik çabalarına Atatürk’ü kalkan yapanlara ise Atatürk devrimciliğinin bir yaptığı devrimler şeklinde somut, bir de sürekli devrimcilik şeklinde soyut yönü vardır şeklinde tepki gösterir. Ancak bu ikisi birlikte olursa gerçek Atatürk devrimcisi olunabilir. 1920′ler ve 1930′lardaki devrimlere saplanıp kalanlar gerçekte devrimci değil, tutucudurlar, çünkü geçmişe saplanıp kalmışlardır. Ecevit’e göre Atatürk her türlü tutuculuğa karşıdır, “Atatürk tutuculuğu” da buna dahildir.
Doğan Avcıoğlu’nun başını çektiği Yön hareketinin Atatürkçülüğünü de sorgulayan Ecevit, bunların aslında Atatürkçü de, solcu da olamayacaklarını söyler. Bunlar “Atatürkçü geçinen sözde devrimciler”dir. Onlar süngülerin arkasından devrim yapmayı amaçlıyor, halktan değil, üniformalılardan medet umuyorlardır. Oysa Atatürk savaştan sonra üniformasını çıkarmış, sivil siyasete yönelmiştir, Yöncüler ise kendileri sivilken askerliğe yönelmekteydiler. Velhasıl ‘Halka rağmen halk için’ anlayışı Ecevit’e göre değildi.
Savaş Açıkkaya’nın deyişiyle, Atatürk dönemini bir “devr-i saadet” olarak gören ve özlem duyan anlayışa karşı bayrak açan Ecevit, Cumhuriyet devrimlerinin daha çok üstyapıyla ilgili biçimsel ve yüzeysel devrimler olduğunu söyleme cesareti gösterebilmiş, oysa demiştir, asıl ihtiyaç duyduğumuz devrimler altyapı devrimleridir. Bunu Atatürk yapamamış ama ona giden yolu hazırlamıştır. Dolayısıyla yapılacak “gerçek devrim”, Atatürk’ü de aşacaktır. (Bunları 12 Kasım 1969′da Ulus gazetesine açıklarken, İnönü hâlâ CHP genel başkanıdır ve kendisi de genel sekreterdir. CHP ne genel sekreterler görmüş?)
Partisi içinden kendisini “Geçmişi inkâr edemezsin” diye eleştirenlere Ecevit’in cevabı gayet sert olmuştu: “Atatürk’ü bir tanrı olarak ele almamak gerekir.”
Sonrası biliyorsunuz. 12 Mart muhtırası ve arkasından kurulan Erim hükümeti İnönü tarafından desteklenecek, Ecevit de tepki olarak genel sekreterlikten istifa edecektir. Bir yıl sonra yapılan kurultayda bu defa Ecevit’in İnönü’ye devirerek genel başkan seçilmesi üzerine istifa eden vekiller artık CHP, Atatürk’ün partisi olmaktan çıktı diyorlardı. 1972′de böyle deniliyorsa, bugün neden aynı şey denilemesin?
21 Ağustos 2011, Pazar

Abdülhamid, Hahambaşı’na nasıl özür diletmişti?

Herzl, bunun olumlu bir cevap olduğunu zannederek sevinecek ve yandaşlarına telgraf çekerek ‘bu iş oldu’ mesajı gönderecektir. Ancak bu cevap, aslında “olumsuz bir evet” demekti, zira 3 ay sonra Filistin’e ne şekilde girmiş olursa olsun bütün Yahudilerin sınır dışı edilmesini emreden iradenin altında da Abdülhamid’in imzası olacaktı.
Mavi Marmara katliamı için İsrail’den beklediğimiz özür, askerî krize dönüşürken, Türkiye’nin B ve C planlarını devreye sokacağını açıklaması ortalığı karıştırdı. Bundan böyle donanmamızın Doğu Akdeniz’de seyrüsefer halinde olacağı açıklaması da malum lobilerde “Türkiye’ye neler oluyor?” sorusunun kuyruğunu tutuşturmuş oldu.
Türkiye’ye bir şey olduğu yok, uykudan uyanıyor sadece. Cüceler ülkesindeki Gulliver, uykudan uyandığında kendisini sımsıkı bağlamış bulunan urganları teker teker koparıyor, hepsi bu. Yarın öbür gün Ayasofya ve 12 Ada dosyalarının açılmayacağını kimse garanti edemez; buraya yazıyorum.
Bu tarihî dönemeçte tarihimizle yüz yüze gelmemiz kaçınılmaz; daha doğrusu tarihimizle ve Sultan II. Abdülhamid’le. Abdülhamid Han’ın Yahudiler ile Siyonistleri nasıl hassas bir ölçüyle ayırt ettiğini ve teb’ası olan Yahudilerin haklarının korunmasına ne denli ihtimam gösterdiğini, öte yandan ülkesinin bir parçasını koparma planları yapan Siyonistlere karşı ne denli şiddetli davrandığını görmek için Yahudi tarihi uzmanı Avram Galante’nin “Abdülhamid ve Siyonizm” adlı makalesinden daha güvenilir bir kaynak bulunamaz. Henüz Türkçeye tercüme edilmemiş olan makalede Abdülhamid’in, çok güvendiği Hahambaşı Moşe Levi’yi alışık olunmadık bir şekilde azarlayıp tehdit ettiği ve ayağına kapandırıp özür dilettiği bizzat Levi’nin torunu Yeşua Eşkenazi’nin verdiği belge ve bilgilere dayanılarak anlatılmıştır. Bu hararetli günlerde Abdülhamid’in zekâ ve dirayetinden günümüze düşecek damlalara ne denli ihtiyacımız olduğunu görüyorsunuz.
Theodor Herzl Abdülhamid’le görüştüğü günlerde.
Siyonizm’in kurucusu Theodor Herzl, yanında Moşe Levi ile kapı kâhyası olduğu halde Sultan’ın huzurundadır. Herzl, Yahudilere gösterdiği ihtimamdan dolayı Sultan’a teşekkür eder ve bir meblağ karşılığında Filistin’e Yahudi göçüne izin vermesi ve Girit’e benzer bir özerklik tanıması teklifinde bulunma cüretini gösterir.
Abdülhamid’in cevabı son derece diplomatiktir: “Yahudilere güven duymuş olmam, teklifinizi reddetmeme mani değil.” Ardından da topu ustaca bakanlar kuruluna atar. Böylece bir yandan Herzl’in niyet ve çapını ölçmek için zaman kazanırken, diğer yandan ilişkiyi kesmeksizin zamana yayma stratejisini izler. Tecrübesiz Herzl, bunun olumlu bir cevap olduğunu zannederek sevinecek ve yandaşlarına telgraf çekerek ‘bu iş oldu’ mesajı gönderecektir. Ancak bu cevap, aslında “olumsuz bir evet” demekti, zira 3 ay sonra Filistin’e ne şekilde girmiş olursa olsun bütün Yahudilerin sınır dışı edilmesini emreden iradenin altında da Abdülhamid’in imzası olacaktı. Demek ki, hayır diyemeyeceği durumlarda muhatabının içine gömüleceği bir cevap yumağı sunmak bir Abdülhamid klasiğiydi.
Fakat Galante, Abdülhamid’in sanki Filistin’e yerleşme izni verdiği anlamına gelecek bu cevaptan kuşkulanmıştır. Zira tanıdığı Abdülhamid imkânı yok böyle bir şey yapmazdı. Bu işin içinde bir iş vardı ama neydi?
Bu soruyu eski Ayan üyelerinden Behor Efendi’ye sorar. O da, Abdülhamid’in Herzl’e görüşmeden sonra altın bir kravat iğnesi hediye ettiğini, bundan, iğneyi hediye ettiği kişiye çok öfkelendiği ve iğneyi göğsüne saplamak istediği manasının çıktığını söyler. İlk işaret alınmıştır. Gerçekte Abdülhamid bu nezaket gösterisi halinde geçen görüşmeden hiç hoşnut olmamıştır. İçy üzünü Levi’nin torunu açıklar.
Herzl Viyana’ya döndükten sonra Abdülhamid Hahambaşı’nı çağırır. Levi sabahın 9′unda Saray’a gider ve huzura girmek için izin ister. Sultan cevap verir: “Biraz beklesin”. Öğleye doğru Başmabeyinci Sultan’a kaymakamın beklemekte olduğunu hatırlatır. Cevabı aynı olur. Akşam olurken Sultan bugün gitmesini ve yarın gelmesini söyler. Moşe Levi, Sultan’ın işlerinin çokluğu nedeniyle kendisiyle görüşemediğini düşünerek ertesi gün aynı saatte Saray’a gelir. O gün de huzura kabul edilmez. Levi bu kez Saray’dan ayrılırken, Sultan’ın kendisine karşı olan tutumundan kuşkulanmaya başlar. Üçüncü gün de aynı şekilde bekletilir. Bu durum Başmabeyincinin de garibine gider ve Sultan’a Hahambaşı’nın beklediğini hatırlatır. O da güneş battıktan sonra huzura getirmesini söyler. (Bu, Abdülhamid’in önemli mevkilerdeki kişileri cezalandırma yöntemiydi. Bu bir tür tutuklamaydı. Moşe Levi bu uygulamaya göre 3 gün hapsedilmişti.)
Yıldız Selamlığı. Abdülhamid döneminde hiç aksatmadan yapılan Cuma selamlıkları devletin ihtişamını sergileme törenleriydi aynı zamanda.
Sultan, Hahambaşı’na soğuk davranır ve birkaç dakikalık bir sessizlikten sonra kuru ve sert bir ses tonuyla “Hahambaşı (normalde “Hahambaşı Efendi” derdi, bu hitap şekli kızgınlığını gösterir), amcam Abdülaziz tahtta olduğu zamandan beri sizi tanırım ve birkaç gün öncesine kadar sadakatinizi takdir ederdim. Fakat Herzl’in gelişinden sonra bu sadakatten ayrılmış olduğunuzu esefle gördüm. Bir karışlık toprak parçasının bile verilemeyeceğini çok iyi bilen siz Hahambaşı, nasıl oldu da İmparatorluğumun, Müslüman ve Hıristiyan alemlerinin gözlerinin üzerinde olduğu bir parçasına ilişkin olarak benden böyle bir talepte bulunması için o adamı buraya getirebildiniz? Bu adamın talebinin yüzde birini bile kabul etseydim benim ve devletimin başına kim bilir neler gelirdi! O adamın beni ziyaret etmekteki amacından haberiniz var mıydı, yok muydu? Burada nelerin konuşulacağını bilmiyor muydunuz? Cevap veriniz!”
Üzgün ve mahcup olan Hahambaşı şu cevabı verdi: “Size hep sadık kaldım. Şimdi de sadığım ve hep sadık kalacağım. Efendimiz, yemin ederim ki, burada Siyonizm’den söz edileceğini bilmiyordum; Herzl bu konuda bana hiçbir şey söylemedi. Beni onun suç ortağı olmakla suçlamayın. Ben masumum, milletim de masumdur!” Bunları söyledikten sonra, Moşe Levi ayağa kalktı, ağlayarak Sultan’ın ayaklarına kapandı ve kendisini ve milletini affetmesini istedi.
Tayland Prensi (ortada, sağda olanı) Sarayı ziyaretinden çıkarken fesle poz veriyor.
Sultan öfke ile ayağa kalktı ve şöyle dedi:
“O adamın ziyaretinden haberinizin olmadığını söylüyorsunuz. Oysa mektubunuzda onun benimle Yahudi milletine ilişkin bir konuda görüşmek istediğini yazıyorsunuz! Ne demek oluyor bu?!” Moşe Levi gözleri yaşla dolu bir vaziyette şöyle cevap verdi: “Efendimiz, o adam gazeteci, zatıalinizin genel olarak Yahudi sorunu konusundaki görüşlerinizi öğrenmek istediğini zannetmiştim”. Yetmişlik bir ihtiyarın karşısında ağlamasından duygulanmış olan Sultan şöyle dedi: “Şimdi sizin masum olduğunuzu anladım.” Mabeyinciyi çağırdı ve Hahambaşı’nı dinlendirmesini emretti. Torununun anlattığına göre Moşe Levi bu azardan sonra 15 gün hasta yatmıştır.
Son Sultan’dı gerçekten de. Şu sözünün ışıltısı bugüne kadar geliyor: “Bu adamın talebinin yüzde birini bile kabul etseydim benim ve devletimin başına kim bilir neler gelirdi!”
Kabul etmediğin için başına neler geldiğini biliyoruz Sultanım!
11 Eylül 2011, Pazar

27 Mayıs darbesine iki kadın böyle meydan okumuştu

Kapının ziline basarken Çiftehavuzlar’daki yüksek ağaçların gölgesine sığınmış mütevazı köşk her zamanki sessizliğini koruyordu.
Birazdan Nilüfer Hanım bütün zarafetiyle gülümseyerek içeriye girdi. Ve o andan itibaren de zaman tünelindeki kâh parlak, kâh hazin yolculuğumuz başladı. Derken annesi Reşide Hanım’ın hayat hikâyesine dalıp gidiyoruz.
‘Kim bu bahsettiğiniz hanımlar?’ dediğinizi duyar gibi oldum. Haklısınız. Tanıştırmayı unuttum. Nilüfer Gürsoy, Celâl Bayar’ın tek kızı ve hayattaki yegâne evladı. Reşide Bayar ise Çankaya Köşkü’nün Mevhibe İnönü’den sonra en uzun süreli ev sahibesidir (tam 10 yıl).
Reşide Bayar 1887 Bursa doğumlu. 1903 yılında Celal Bayar’la evlenmiş ve Refii (1904-1941), Turgut (1911-1983) ve Nilüfer (1921) adlı üç çocukları olmuş. Kelimenin tam anlamıyla bir “Osmanlı kadını” olan Reşide Hanım, geleneklerine bağlılığı ve dindarlığıyla olduğu kadar tevazusu, ciddiyetiyle temayüz etmiş ve “Yuvayı dişi kuş yapar” sözünü haklı çıkaracak derecede evini ustaca çekip çevirmiş biridir. Çiftehavuzlar’daki köşkü, kocasının itirazlarına rağmen, ondan habersiz, babadan kalma mirasla satın alan o olmuştur. Son yıllarını bu evde geçiren Bayar, hanımının bu evi almakla kendisinden daha ileri görüşlü olduğunu itiraf edecektir.
Çankaya Köşkü’nde beş vakit namazını terk etmeden tam 10 yıl geçiren Reşide Hanım’ın ne kadar kararlı bir kişiliğe sahip olduğunu şuradan anlayabilirsiniz: Cumhuriyet ilan edildikten sonra Mustafa Kemal’in, arkadaşlarının hanımlarını başlarına açmaya teşvik ettiğini, hatta yer yer zorladığını biliyoruz. Mustafa Kemal, bir davette kadınların bir köşede oturup sohbet ettiklerini görüp yanlarına yaklaşır. O sırada başı kapalı olarak oturmakta olan Reşide Hanım’a, “Siz de başınızı açmayacak mısınız hanımefendi?” diye sorar. Reşide Hanım, ‘Bu nasıl soru?’ der gibi Mustafa Kemal’e dik dik bakar ve cevap vermez. Durumun vehamet kesb edeceğini anlayan Celal Bayar hemen ortamı yumuşatır, “Müsaade edin Paşam, açacaktır” der. Gerçekten de Reşide Hanım bir süre sonra başını açar ama o gece, Cumhuriyet’in kurucusuna karşı sergilediği sert tavır dikkatli gözlerden kaçmaz.
Celal Bayar 27 Mayıs’ta götürüldüğü Harbiye’de cumhurbaşkanlığından istifa etmemekte direnirken, ailesi Çeşme’deki köşke kapatılmış, etrafına silahlı askerler dizilmişti. Reşide Hanım, kızı Nilüfer ve torunları Emine, Akile ve Bilge ile birlikte hem darbenin şokunu atlatmaya çalışıyor, hem de kocasına ve damadı Ahmet İhsan Gürsoy’a ulaşmanın çarelerini arıyordu. Aralarındaki tek bağ, sadece 50 kelime yazılmasına müsaade edilen mektuplardı.
İşte bu sırada her nasılsa Çeşme’deki köşke girmesine izin verilen bir muhabir, hem Reşide Bayar’la, hem de Nilüfer Gürsoy’la konuşmuş, yine her nasılsa konuşma, 23 Haziran 1960 tarihli “Akis”te yayınlanmıştı. Özellikle Reşide Hanım’ın açıklamaları yenilir yutulur cinsten değildi. Darbeye ve darbecilere yönelik, elbette terbiye hudutları dahilinde ama o ihtilal günlerinde rastlanmayacak ölçüde sert ifadeler vardı konuşmada.
Mesela diyordu ki: “Bugünlerde yalanın hürriyeti ziyade.” Gazeteler hep bir ağızdan akla hayale gelmedik iftiraları, yalanları gayri ahlakî bir tavırla kusuyorlardı sayfalarına.
Savunmaya devam ediyor 3 No’lu “First Lady”miz: “Kocam dünyanın en namuslu adamıdır. Allah’a şükür şimdiye kadar boğazımızdan 10 kuruşluk haram lokma geçmemiştir.”
Reşide Bayar, bir 23 Nisan günü köşkün küçük ziyaretçilerini kabul ediyor.
Düşünün ki, bu sözün söylendiği günlerde basının “düşükler” dediği DP mensuplarına atılan iftiraların bini bir paradır. Fatin Rüştü Zorlu güya ihalelerden yüzde 10 pay alırmış, Menderes memleketi yiye yiye semirmiş, Bayar’ın ise yabancı bankalarda “tek bir hesapta” tam 103 milyon lirası varmış. Bu, o derece akla zarar bir miktardır ki, 1959 yılı bütçesine göre Türkiye’nin yıllık gelirinin yaklaşık yüzde 1,5′una tekabül eder. Sonradan birilerinin “yanlışlıkla” rakamların arkasına bol sıfırları eklediği ortaya çıkacaktı ama iftira at, izi kalsın mantığı pek revaçtaydı. Reşide Hanım ise buna şöyle cevap veriyordu:
“Keşke radyonun söylediği ve gazetelerin yazdığı kadar zengin olsaydık. Kocam memlekete çalışmayıp sadece kendisi için çalışsaydı 103 milyon parası olurdu. Allah selamet versin, parayla alakası yoktu. 10 para zimmetinde olmadığını, yazanlar da, söyleyenler de biliyor ama kasten yapıyorlar.”
Kocası darbecilerin elinde tutuklu bulunan sabık Cumhurbaşkanı’nın eşi gözünü budaktan esirgemiyor ve tehlikeli gidişin akıbetini de haber veriyordu: “Kocam ve mesai arkadaşlarının adil bir şekilde yargılanacakları kanaatinde değilim. Bu iftirayı atanlardan her şey beklenebilir.”
Nasıl? Bir darbe döneminde kelleyi koltuğa almışların edebileceği okkalı laflar, değil mi? Ama sabredin, dahası var. Şöyle diyor bir başka yerde: “Milleti ve memleketi dama taşı gibi oynatmak çıkar (yol) değildir. Neden genel seçimleri beklemediler?”
Demokrasiyi bir yap-boz oyununa döndürenlere verilen bu net mesajın arkasından darbecilere yapılan yeniçeri benzetmesi de muhteşemdir: “İsterük veya İstemezük’le devlet idaresi iyiye gitmez.”
Bildiğim kadarıyla 27 Mayıs darbesini bir yeniçeri ayaklanmasına benzeten ilk kişi Reşide Bayar olmuştur. Necip Fazıl çok sonraları yazacağı “Yeniçeri” adlı kitabında bu bağın altını, tarihten getirdiği delillerle çizecektir.
Nihayet darbeyi sıcağı sıcağına mahkûm eden o müthiş tespit: “28 Mayıs Türkiye’si, dışarıya karşı utanılacak ve hicap edilecek bir durumdadır. Ülke 40 yıl geriye gitmiştir.”
Hakikaten darbeyle birlikte ülke ve demokrasi 1920′lere geri dönmüştür. Normale dönülmesi için bu kayıp 40 yılın geri kazanılması için mücadele edilmiş, 1960′ın üzerine 40′ı eklerseniz, ülke, ancak 2000′li yıllarda sağlığına kavuşmaya başlamıştır.
Kızı Nilüfer Gürsoy da ondan geri kalmamış ve ülkenin geleceğini karanlık gördüğünü, kanunsuz bir hareketi başlatmanın kolay ama durdurmanın zor olduğunu ifade etmiş ve adeta önündeki 40 yılın özetini şu sözleriyle yapmıştır: “Darbecilik bir alışkanlık haline gelirse ne olur?”
Türkiye 40 yıl boyunca 27 Mayıs’a katılanların damarlarına karışan darbe alışkanlığının zararlarını yaşadı ve kaybedilen o 40 yıl Türkiye’ye çok pahalıya patladı. Ülkemizin, malum darbeler yaşanmasaydı bugünkü noktaya çok daha önce gelebileceğini bugün rahatlıkla iddia edebiliriz.
Reşide Bayar, 24 Aralık 1962 gecesi Kayseri hapishanesinde yatan kocasıyla görüşmek üzere yola çıktığı Ankara Ekspresi’ndeki yataklı vagonda kalp krizi geçirerek vefat etmiş ve Ankara’da muhteşem bir kalabalıkla kaldırılan cenazesi, darbecilere muhtırasını vermişti: Halkla dama taşı gibi oynamaya kalkmayın. Yenilgi kaçınılmazdır.
İki kadının 50 yıl önce darbecilikle ilgili söylediklerini Türkiye’nin ancak bugün anlayacak duruma gelmesine ne kadar hayıflansak yeridir.
18 Eylül 2011, Pazar

Mustafa Kemal’e ‘Kemal’ ismini veren hoca

Dünyada hakkında en fazla kitap yazılan devlet adamı rekoru herhalde Atatürk’ündür ama hayatının özellikle çocukluk yılları hemen tamamen kendisinin anlattıklarına dayalıdır.
Bu hatıraların da büyük bir kısmının belgelerle desteklenmesi veya bağımsız kaynaklarca doğrulanması mümkün olmamıştır. Bu yüzden yazılan yüzlerce Atatürk biyografisinin ilk sayfaları bulanıktır.
Onu bunu bırakın, daha Atatürk’ün doğum tarihi meselesi bile halledilmiş değildir. Nitekim 1960′lara kadar bazı kitaplarda 1880′de doğduğu bilgisine rastlardınız. Künyesinde yer alan Rumi 1296 tarihi 1880′in sonları ile 1881′in başlarına rastlar, dolayısıyla tam olarak hangi ayda doğduğu bilinmediği için her iki tarih de geçerli sayılırdı. Ancak bize “1881-1938″ kalıbı ezberletildiği için bundan sonra artık 1880 ispatlansa bile onun yerine geçme şansı kalmamıştır.
Mesela Selanik’te sivil Rüşdiye’ye (ortaokula) giderken kendisini dövüp kan içinde bırakan Kaymak Hafız’ın kim olduğu konusunda kafalar karışıktır. Kimisi ismine bakarak bu hocanın din öğretmeni olduğunu ve Atatürk’ün bu dayak yüzünden din adamlarına düşman olduğunu iddia etse de, Falih Rıfkı Atay “Çankaya”da “Kaymak Hafız” denilen hocanın matematik hocası olduğunu, aynı zamanda müdür yardımcılığı yaptığını söyler ve asıl isminin Hüseyin olduğunu açıklar. Atatürk biyografları “tamamen duygusal” davrandıkları için mesela Şevket Süreyya bu matematik hocasına demediklerini bırakmamış, hatta ona “sadist” ve “lenfatik, bıngıl bıngıl, alelade bir adam” sıfatlarını takmış ve ondan sonraki araştırmaları yönlendirmiştir.
Oysa bizzat Atatürk bu olayı, adeta hocasına hak verdirecek şekilde nakleder. Şöyle der: “Bir gün sınıfımızda ders verirken ben diğer bir çocukla kavga ettim. Çok gürültü oldu. Hoca beni yakaladı, çok dövdü, bütün vücudum kan içinde kaldı.” Dayağın, son yıllara kadar okullarımızın ayrılmaz bir parçası olduğunu hatırlatmama gerek var mı?
Bir de Mustafa Kemal’in 1921′de Ahmet Emin Yalman’a “Büyük validem” diye tanıttığı anneannesi Ayşe Hanım vardır ve bu dayak olayı üzerine onu okuldan alan da o olmuştur. Dikkat ediyorum da, bazı kitaplarda bu anneanne gizleniyor ve onu okuldan alanın Zübeyde Hanım olduğu yazılıyor. Peki Atatürk’ün Selanik’te bir anneannesi varsa ve onun hayatını bu kadar etkileyebiliyorsa daha fazla üzerinde durulması gerekmez miydi?
Atatürk’e “Kemal” ismini verdiği öne sürülen Mustafa oğlu Kemal Bey’in üniformasıyla çekilmiş elimizdeki tek fotoğrafı.
Bir Mustafa daha…
İşte Mustafa’yı “Mustafa Kemal” yapacak gelişme de bu dayak olayından sonra yaşanacaktır. Mustafa, Ahmet adlı bir komşu çocuğunun etkisiyle ve bir oldu bittiyle Selanik Askerî Rüşdiyesi’ne yazılır (1894). İşte 1930′ların ortalarında söylenişinde ufak bir değişiklik yaparak “Kamâl”e çevirdiği ikinci ismi Kemal’e bu okulda kavuşur. Kendisi Ahmet Emin’e şöyle anlatır:
“(Matematik) Hocamın ismi Mustafa idi. Bir gün bana dedi ki: ‘Oğlum, senin ismin de Mustafa, benim de… Bu böyle olmayacak. Arada bir fark bulunmalı. Bundan sonra ismin Mustafa Kemal olsun…’ O zamandan beri ismim filhakika Mustafa Kemal kaldı.”
Matematik öğretmenini “sert”, yani disiplinli bir adam olarak hatırlayan Mustafa Kemal’in sözlerinden, ondan etkilendiğini çıkartabiliriz. Zira kendisinin matematikteki kabiliyetini görmüş ve bir tür belletmenlik görevi vermiş, gelemediği zamanlarda dersleri verme yetkisini tanımıştır.
Vamık Volkan ve Norman Itzkowitz’in birlikte yazdıkları “Ölümsüz Atatürk” kitabında ilginç bir ayrıntı dikkat çeker. Buna göre Şevket Süreyya Aydemir, “Tek Adam” adlı kitabını yazdıktan sonra şaşırtıcı bir bulguya rastlamış ve bunu 1974 yılında Vamık Volkan’a aktarmıştır.
Aydemir’e göre evet sınıfta iki Mustafa vardı ama bu iki Mustafa, hocası ile kendisi değildi. Aynı sınıfta Mustafa adlı bir öğrenci daha vardı. Sonradan zengin bir armatör olan bu kişi, Aydemir’e olayı başka türlü anlatmıştır. Armatör Mustafa’nın anlatımına göre “Atatürk’e Kemal adını veren öğretmen, bunu Mustafa’yı kendisinden değil, o öğrenciden ayırt etmek için yapmıştı.”
Nitekim bizde hâlâ hocaların ismi öğrenciler arasında söylenmez, “matematikçi, fizikçi…” diye zikredilir. (İlkokul hariç hocalarımızın ismini genellikle hatırlamayışımızın sebebi budur.) Dolayısıyla Mustafa isminin hocasının ismiyle karışması söz konusu olamazdı. Ancak aynı sınıfta aynı isme sahip iki öğrenci varsa bir karışıklık çıkabilirdi ve Armatör Mustafa da bunu doğrulamaktadır. Volkan ve Itzkowitz, Atatürk’ün kendisini sınıf arkadaşıyla değil, hocasıyla özdeşleştirerek hatırlamasını ilginç bulur ve “onun görkemlilik duygusu ve abartılı özkavramı, olayı kendisine daha parlak gelen” hocasının ismiyle bağlantılandırarak hatırlamasına yol açtığı şeklinde yorumlarlar. Önemli bir ayrıntı olmakla birlikte hikâyenin dışarıdan katkıyla aldığı yeni şeklin hâlâ Atatürk kitaplarına alınmaması ilginçtir.
Orhan İlmen’le evindeki görüşmemiz sırasında.
Geçenlerde ziyaret ettiğim bir evde bu olayın aydınlatılmasına yarayacak bir bilgiye de ben rastladım. Denizcilik Bankası’nın kurucularından Mustafa Harun İlmen’in oğlu Orhan İlmen, 1934 Almanya doğumlu. Babası Berlin’de Yüksek Teknik Okul’da profesörken Atatürk tarafından 1938′de Türkiye’ye davet edilmiş ve o zamanlar astronomik bir ücret olan 500 lira maaşla göreve başlatılmış. Ancak Atatürk ölünce müdür yardımcılığına indirilen İlmen’in maaşı da 125 liraya düşürülmüş ve 3 gün boyunca başına 3 bin mumluk ampul dikilerek polis tarafından sorguya çekilmiş. “İnönü’nün ilim adamına layık gördüğü muamele buydu. Atatürk öyle miydi ya?”
Orhan Bey bunları anlatırken elini duvara doğru uzattı ve bir tabloyu gösterdi: “Bu da dedemin fotoğrafı.” Ben tam neden bu tabloyu gösterdiğini soracakken cevabı kendisi verdi: “Hani Atatürk’e Kemal ismini veren hoca var ya, o budur işte!”
Ancak o zaman fotoğrafa alıcı gözle bakmaya başladım ve sordum: “Nereden biliyorsunuz?” Orhan Bey, aile içinde dolaşan bilgiyi aktardı bana. Babasının ilk adının Mustafa oluşundan başladı, büyük dedesinin isminin Muhammed oğlu Mustafa olduğundan söz etti ve nihayet yanda resmini gördüğünüz kılıcıyla poz veren dedesinin isminin Mustafa oğlu Kemal olduğunu söyleyince “Yoksa Kemal isminin kaynağı kendi adı mı?” diye sordum gayri ihtiyari. Cevabı şu oldu: “Dedemin ismi Kemal, babasının ismi Mustafa; ama çoğunlukla babasının ismiyle anılırmış. Atatürk’e de Kemal ismini kafasından değil, kendi isminden vermiş.”
Doğru olabilir de, olmayabilir de. Ben diyorum ki, tarih, yeni girdilere kapısını kapalı tuttuğu sürece fosilleşir. Buyurun, araştırın.
25 Eylül 2011, Pazar

Şeyh Said isyanı bahanesiyle 22′sinde bir hoca asılmıştı

Yöreye özgü kara taşlarla inşa edilmiş bir Osmanlı hanında kahvaltımızı yapıp çıkarken, belki de Türkiye’nin başka hiçbir yerinde göremeyeceğim çarpıcı bir manzarayla karşılaşıyor bakışlarım.
 Hepsi de ölmüş on kadar erkeğin yan yana duran posterleri bunlar. İçlerinden seçebildiklerim şunlar oluyor: Che Guevara, Said Nursi, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya, Hz. Ali, Atatürk, Seyyid Rıza, Ahmed-i Hani, Deniz Gezmiş ve Şeyh Said…
Bilin bakalım bu manzarayla hangi şehrimizde karşılaştım? Tabii ki Diyarbakır’da. Zira bu kadar farklı kutupları birleştiren bir tabloya sahip çıkabilecek başka bir şehir olduğunu sanmıyorum. Türkiye ortalamasının çok dışındaki bu tablo üzerinde düşünmeye değer. Aynı devletin okullarında Şeyh Said mürteci ve hain olarak yaftalanırken, sokaktaki insan onu bir kahraman olarak bağrına basıyorsa burada “Tarih”in ne işe yaradığını da sorgulamamız gerekmez mi?
Gerçekten de tarih ne için okutulur bu ülkede? Birilerinin Altın Çağ kabul ettikleri 1920′leri, 1930′ları kutsamak için mi? Hem bu kutsama ayini biraz fazla uzamadı mı sizce de?
Niyeti malum bir “okur” o bayat klişeyi, “Bu topraklar neden bu kadar çok hain üretir?” diye tekrarlamış. Eline çekiç alanın her şeyi çivi olarak görmeye başlaması gibi, resmi ideolojiye her itiraz edeni hain olarak yaftalamak ne zamandan beri çağdaşlık oluyor? Hem her Allah’ın günü çağdaşlığı kutsayacaksın, hem de onun baş şartı olan çoğulculuğu, 21. yüzyılda dahi lanetleyeceksin! Kimi kandırıyorsunuz?
Hiç kuşkunuz olmasın, Şeyh Said isyanı da tartışılacak bu ülkede, şapka kanunu yüzünden yapılan zulümler de. Zaten tartışılıyor da. Kökeni 1930′lara dayanan resmi tarih, katılığını bu şekilde devam ettirdiği takdirde ayrışma hızlanacak ve şimdiye kadar sessiz kalan tarihler (“ma’dun” veya “subaltern” anlatılar) er veya geç konuşmayı öğrenecekler.
İşte bugün size anlatacağım olay da kaderine terk edilmiş ve susturulmuş parçalarından birisidir tarihimizin. Henüz 20 yaşlarının başındaki bir ilim öğrencisi, bakın nasıl idam edilmiş ve daha da kötüsü, adı sanı nasıl unutturulmuş?
Bu arada şunu belirtelim ki, Şeyh Said isyanını, sadece Şeyh Said ve Abdullah, Hacı Halid, İsmail gibi arkadaşlarının Diyarbakır surlarının önüne dizilen idam sehpalarıyla biten bir olay olarak göremeyiz. Bu isyan bahane edilerek Türkiye’de ne kadar potansiyel muhalif ses varsa ya şeklen ya da ebediyen “susturulmuş”tur. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, bugünkü deyişle İleri Cumhuriyet Partisi’nin kapatılıp Kazım Karabekir gibi önde gelen muhaliflerin idamla yargılanmasından tutun da, Cumhuriyet’in ilanından önce yazdığı kitabı ve İzmir’de halkın arzusu üzerine verdiği vaazları yüzünden idam edilen İbrahim Edhem adlı 22 yaşında gencecik bir “hoca” da dahildir bu mazlumlar kadrosuna.
“1925′de Şark İstiklal Mahkemesi’nce idam edilen İbrahim Edhem Hoca’nın kalpaklı bir fotoğrafı.”
İbrahim Edhem, 1904 Ankara doğumlu bir gençti. Ankara Sultanisi’nde 10. sınıfa kadar okuduktan sonra ayrılıp kendisini dinî ilimler sahasında yetiştirmeye çalışan, bu arada Konyalı Mehmed Vehbi gibi alimlerden özel dersler alan gayretli bir aydındır. Cumhuriyet kurulmadan önce bir ara yolu İzmir’e düşer, bir camide verdiği vaaz halk tarafından çok beğenilir ve umumi arzu üzerine camilerde peş peşe vaazlar verir. Bu yoğun talebe cevap veremeyeceğini anlayınca da “İslamiyet’te Ahlâk ve Kadınlarda Tesettür” adlı küçük boy 59 sayfalık bir risaleyi 5 bin adet bastırarak fikirlerini kamuoyuyla paylaşır.
Cumhuriyet’in ilanına kadar bir sorun çıkmaz. Ancak nasipse hakkında müstakil bir kitap yazacağım 1924 yılı, bu gencecik hocanın makus talihinin başlangıcı olur. 6 Ocak 1924 günkü Tanin gazetesi İbrahim Edhem adlı bir hocanın yargılanmasına İstiklal Mahkemesi’nde başlanacağını duyuruyordu. Suçlama, devletin iç güvenliğini ihlal ve halkı devletin kanun ve düzenine karşı kışkırtmaktır.
Ertesi günkü gazeteleri okuyunca bu gencecik hocanın savunmasının dudakları uçuklattığı görülür. Basında İslamiyet’in değerlerine ve kadınların tesettürüne saldırıların başlaması üzerine kamuoyu oluşturmak için harekete geçtiğini ve risaleyi bastırdığını cesaretle savunan hoca, vicdan özgürlüğü olduğu inancıyla fikrini savunduğunu söyler. İrtica suçlamasını reddeder ve kendisinin yenilikçi olduğunu, hatta bu yüzden diğer hocalarca dışlandığını ifade ederek İstiklal Savaşı sırasında halkı nasıl Milli Mücadele’ye ikna ettiğinden örnekler vererek savunmasını tamamlar.
Şeyh Said isyanından yaklaşık 1 yıl önceki bu İstiklal Mahkemesi henüz insaf duygularını kaybetmemiş olmalı ki, sanığa bir yıl hapis cezasıyla yetinir (43 gün hapis yattıktan sonra af kanunuyla serbest kalır). Ama isyandan kısa bir süre sonra İbrahim Edhem’in yakasına yapışacak olan Şark İstiklal Mahkemesi o kadar insaflı çıkmayacak ve bu genci darağacına göndermekte tereddüt etmeyecektir.
İlk mahkemesi İstanbul, Fındıklı’daki Meclis-i Mebusan binasında yapılmıştı, Temmuz 1925′te yapılan ikinci mahkemesi ise Urfa Lisesi’nde gerçekleşir. Savcı Avni Bey, Şeyh Said isyanını çok geniş bir kadronun hazırladığına inanmakta ve Edhem Bey’in de onun “tertipçisi, faili ve amili” olduğunu iddia etmektedir. Mahkemeye kalpakla gelen sanık, hapisten çıktıktan sonra hocalığı bıraktığından, geçimini ticaretle sağlamaya çalıştığından, pamuk ve fıstık almak için Doğu’ya gittiğinden söz eder. Urfa’ya geliş sebebi ise Çolak Hafız adlı güzel sesli birinin Kur’an okuyuşunu dinlemek içindir.
Bu arada İstiklal Savaşı’nda Mustafa Kemal Paşa’nın yanından ayrılmayan Şeyh Sunusi’den Abdülhamid’in büyük oğlu Şehzade Selim Efendi’ye mektup getirmesi suçlama konusu olur. (Hocamızın mektubun içeriğinden haberi yoktur. Bundan şu sonuç çıkar ki, Türkiye’den ayrılmamış olsa başına çorap örülenlerden biri de Şeyh Sunusi olacaktı.)
6 Temmuz günkü celsede mektup tekrar gündeme getirilir ve İbrahim Edhem’in, isyanın amil ve faillerinden olduğu gerekçesiyle idamına ittifakla karar verilir. Nihayet 7 Temmuz 1925 günü Urfa sıcaktan kavrulurken henüz 22 yaşında bir genç, darağacında son nefesini vermektedir. İşin garibi, her iki davasında da mahkeme başkanlığı yapanların kendilerinin, sonraki yıllarda yolsuzluktan ve Atatürk’e suikasttan yargılanmış olmalarıdır. Hem bu, Meclis’te herkesin gözü önünde Deli Halid Paşa’yı vuran Ali Çetinkaya’nın terfi ettirilerek İstiklal Mahkemesi’ne reis yapılması, yani hukukun bir katilin vicdanına teslim edilmesinin yanında hiç kalır.
Kim kimi, ne adına ve hangi yüzle yargılamaktadır?
02 Ekim 2011, Pazar

Cumhuriyet efsanelerinden biri daha yıkılacak ama peşinen söyleyeyim, bunun için özür dileyecek değilim.

Cumhuriyet efsanelerinden biri daha yıkılacak ama peşinen söyleyeyim, bunun için özür dileyecek değilim.
 Karamanoğlu Mehmed Bey’in çıkardığı iddia edilen “Bundan sonra divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil konuşulmaya” fermanı ona ait değildir, bir; bu ferman birkaç gün ya uygulanmış ya uygulanmamıştır, iki; aynı Karamanoğlu’nun vezirliğinde tekrar Arapça ve Farsçaya dönülmüştür, üç.
Ernest Gellner “Millet, milliyetçiliğin eseridir.” der. Milliyetçiliğin milleti nasıl inşa ettiğini görmek için 1930′lar Türkiye’sine bakmak yeterlidir. Karamanoğlu Mehmed Bey efsanesi, Türk milliyetçiliğinin kendisine tarihten “atalar” icat etmek için uğraştığı 1920′li yılların ikinci yarısında gündeme gelir.
“Dil Bayramı”(!) diye bir ucubeyi icat eden zihniyetin asıl derdi neydi biliyor musunuz? Cumhuriyet yönetiminde Türkçeden başka dilleri “yasaklamak” istiyorlardı; kendilerine meşruiyet sağlayacak bir öncü aradılar, onu Karamanoğlu Mehmed Bey’de buldular. Hem o da Anadolu’da Türkçeden başka bir dilin konuşulmasını yasaklamamış mıydı? Biz aslında yeni bir şey yapmıyoruz, Karamanoğlu’nun başlattığı işi sürdürüyoruz, demeye getiriyorlardı. (Bu noktaya dikkatimi çeken Mikail Bayram hocaya teşekkürler.)
Bu fermanın aslı elimizde olmasa da, İbn Bibi adlı tarihçinin Farsça eserinde bir kaydını buluyoruz. Zaten tek kaynağımız da onun “Selçuknâme”si. Ancak İbn Bibi’nin metni birilerince fena halde çarpıtılmış.
Önce Türkçeye İbn Bibi Tarihi’nde sözde “Türkçe fermanı”nın nasıl geçtiğine bakalım. Mürsel Öztürk tercümesinden okuyalım: “Bugünden sonra hiç kimse divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil konuşmayacak” diye karar aldılar.
Eserin Osmanlı döneminin başlarında yapılan Yazıcızade Ali tercümesinde ise aynı metin şöyle çevrilmiş: “Şehirde çağırttılar ki, “Şimden girü hiç kimesne kapuda ve divânda ve mecâlis ve seyrânda Türkî dilinden gayri dil söylemeyeler.”
Fermanda divan toplantılarında, padişahın huzurunda, devlet dairelerinde, sohbet meclislerinde ve şehir içerisinde Türkçeden başka dil kullanmanın yasaklandığı görülüyor. İyi de diğer dillerin yasaklanması anlamına gelen bu fermanı nasıl anlamalıyız? Cumhuriyet ideolojisinin bize dayattığı gibi bir “Türkçülük bilinci”nin ta 13. yüzyılda bile canlı olduğunu ve Mehmed Bey’in etrafını çeviren yabancılaşmış Selçuklu saray çevresine meydan okuyuşu olarak mı anlayacağız? Yoksa…
İlk olarak İbn Bibi’nin metnine baktığımızda bu sözü Karamanoğlu Mehmed Bey’in söylediğine dair en ufak bir işaret yoktur. Zaten Mehmed Bey “Sultan” değildir ki ferman çıkarsın. Malum, ferman sultanlar tarafından çıkarılır. Ayrıca Mehmed Bey fermanın yayınlandığı günlerde vezir bile değildir. Bir oldu bittiyle Konya’yı ele geçirip II. İzzeddin Keykavus’un şehzadelerinden olduğunu iddia ettiği Siyavuş’u Selçuklu tahtına oturtmuştur. İbn Bibi’nin metninden anlaşıldığına göre fermanı çıkaran kişi, halkın Cimri dediği Siyavuş’tur. Bundan böyle dil bayramlarında Cimri’nin adı “Türkçe kahramanı” olarak anılsa gerektir.
İnsanlar sanıyorlar ki, yıllarca sürmüş meşru bir yönetim tarafından çıkarılmıştır bu ferman. Cimri-Mehmed Bey ekibinin bütün iktidarları sadece 37 gün sürmüştür. Hatta Yazıcızade tercümesinden anlıyoruz ki, “Türkçe fermanı” ancak birkaç gün yürürlükte kalmış, sonra vezirliğe getirilen Karamanoğlu Mehmed Bey “defterleri dahi Türkçe yazalar” genelgesini çıkarmıştır. Sadece Yazıcızade’nin çevirisinde geçen bu ifade bence Karamanoğlu’nun lehine kaydedilmelidir, ferman değil. Bazı şaşkınlar Cimri’nin çıkardığı fermanı Mehmed Bey’e mal etme telaşıyla, yazı diline geçilmesi yönündeki bu önemli emrini atlamışlar.
Ancak Yazıcızade Ali metnin devamında olayın akıbetini de anlatıyor ki son derece aydınlatıcıdır. Bugünkü dille diyor ki: “Türkçeyi o zamanlar Arap harfleriyle yazmak âdet olmamıştı. Her yazıcı kendi anladığı şekilde yazıyordu. Cümle kuracakları vakit bunu başaramadılar. Zira Türkçenin kayda geçirilmesi kolay değildir ve yazısı yoktur. Çaresiz kalıp Farsça şerh ve Arapça yazı yazdılar.”
Anlaşılıyor ki, Mehmed Bey’in lehine kaydedilecek olan kayıtları Türkçe tutma emri de işleri karıştırmaktan başka bir işe yaramamış ve kısa bir süre sonra yazışmalarda karışıklıklar başlayınca vazgeçilip kayıtlar eskisi gibi Arapça ve yanında Farsça şerhle tutulmaya devam edilmiş.
İyi ama 1277 Mayıs’ında hem konuşma hem de yazı dilinde Türkçenin kullanılması girişiminin asıl gerekçesi nedir?
Bu noktayı Selçuklu tarihi uzmanı Prof. Osman Turan “Selçuklular Zamanında Türkiye” adlı eserinde, hem de milliyetçi camianın önemli aydını Prof. Erol Güngör “Tarihte Türkler” adlı kitabında izah etmişler. Erol Güngör’e göre,
“Çokları bunun Karamanoğlu Mehmed Bey’in Türkçülüğünden, milliyet şuurunun kuvvetinden doğmuş bir emir olduğunu sanarak, Karamanoğlu’nu Selçuklulara karşı milliyetçiliğin savunucusu gibi görürler. Aslında Karamanoğlu’nun bütün gayesi, devlet idaresinde bulunan okumuş tabakanın, yani aydınların te’sirini ortadan kaldırmaktı. Kendisinin hiçbir tahsili ve kültürü olmadığı için Selçuklu idarecileri karşısında eksiklik duyuyor, oralarda ne olup bittiğini bir türlü anlamıyordu.”
Osman Turan ise “Esasen Mehmed Bey Konya’yı alıp Selçuklu devletine sahip olduğunu sandığı bir kısa işgal zamanında memleketi bu dilde idare edemeyeceğini düşünerek bu kararı almış; fakat bunu tatbik imkânının daha zor olduğunu kavrayamamış ve Karamanlıların daha sonraları muamelatı Türkçe yapamamaları da hem bunu göstermiş hem de bunda millî duygudan ziyade kültür seviyeleri âmil olmuştur.” demektedir.
Yani hem Mehmed Bey’in, hem de Cimri’nin Türkçeden başka dil bilmeyişleri, onları Arapça ve Farsçanın yaygın olarak kullanıldığı Konya’da acze düşürmüş, etraflarında olup biteni anlayamadıkları için “Vatandaş Türkçe konuş!” türünden bir uyarıda bulunmuşlardı. Ancak bu, zannedildiği gibi Türkçülük veya Türkçecilik gayretinden değil, tam tersine, yönetime hakim olamama sıkıntısından kaynaklanmıştı.
Ancak burada can alıcı bir nokta var: Bol keseden Osmanlıların Türkçeyi mahvettiklerinin iddia edildiği bir devirde, “Türkçeye sahip çıkan şahsiyet” olarak Osmanlı’ya muhalif olan Karamanoğulları’ndan birinin yüceltilmesi anlamlıdır. Ne var ki, ne Karamanoğulları’ndan, ne de diğer herhangi bir başka Türk devletinden bize Türkçe bir resmi yazışma gelmemiştir. Türkçeyi resmi dil olarak kabul etmiş olan ilk Türk devleti Osmanlılardı. İşte bu şanı Osmanlı’ya kaptırmamak için uydurulmuştu Karamanoğlu Mehmed Bey efsanesi.
09 Ekim 2011, Pazar

Meğer “Bursa Nutku”nu yazan da ciddiye almamış

Neredeyse 60 yıldır Atatürk’e izafe edilip durulan “Bursa Nutku”nun ona ait olmadığını artık daha kesin olarak söyleyebiliriz.
 Zira eski gerekçelere iki güçlü kanıt eklendi. Bu kanıtları görmeden önce eski gerekçeleri sıralayayım:
1) ‘Bursa Nutku’ adı verilen metin, bir “nutuk” değildir, olsa olsa bir sohbetten alınmıştır.
2) Atatürk’ün sağlığında hiç yayınlanmadığı gibi, ölümünden 9 yıl sonra bir kitapçıkta yayınlandığı zaman dahi onu kimseler ciddiye almamıştı.
3) Birilerince darbelere gerekçe olarak gösterilen bu sözde “nutuk”, başka hiçbir bağımsız kaynak tarafından (tartışmalar başladıktan sonra yazılmış olan şike kokanlar hariç) doğrulanmış değildir.
4) Atatürk gibi otoriter bir devlet başkanının anarşiye prim verecek ve gençleri sokağa dökecek bir konuşma yapması mümkün değildir. (Geniş bilgi için bkz. Küller Altında Yakın Tarih adlı kitabım.)
Şimdi daha kesin konuşmama sebep, doğrudan doğruya “Bursa Nutku”nun içinde yer aldığı kitabı incelemem oldu. Şimdiye kadar bir “Bursalı gazeteci” diye takdim edilen Rıza Ruşen Yücer’in “Atatürk’e Ait Birkaç Fıkra ve Hâtıra” adlı 1947′de basılan kitapçığına eğilen bir çalışmaya pek rastlamadım. Tartışmalarda genellikle ikinci, hatta üçüncü el kitaplar kullanılmış. Bu da meselenin niye arapsaçına döndüğünü açıklıyor zaten.
Rıza Ruşen Yücer, hepi topu 24 sayfacık tutan kitabındaki 16 adet “fıkra ve hatıra”nın doğruluğuna nedense garanti verememektedir. Kitabının yıllar sonra bu kadar ciddiye alınacağını hiç düşünmediğine eminim. Nitekim yazarın Önsöz’de yer alan itiraf mahiyetindeki şu sözleri ibretliktir:
“Naklettiğim fıkra ve hâtıralar gerçekten olmuş mudur? Bunu da kesin olarak temin edemem [garanti veremem]. Çünkü ben, belgelendirmekten ziyade ve sadece işittiklerimi, -duyduğum şekle sadık kalarak- tesbit ve nakle önem verdim.”
Demek ki, yazar bile anlattıklarının gerçekliğinden emin değildir. Önemli bir kısmını başkalarından işitmiştir ve bunların gerçekten vuku bulup bulmadıklarını araştırıp soruşturmuş da değildir.
Böylece “Bursa Nutku”na neden ‘sözde nutuk’ dediğimizi ve bu “sohbeti” aktaran kişinin de olay yerinde bulunmadığını, konuşulduğu söylenen ve etrafında fırtına kopartılan sözleri başkasından işittiğini, onların gerçek olup olmadığına dair bir bilgi ve kanaatinin olmadığını bizzat kendi sözlerinden öğrenmiş oluyoruz.
Rıza Ruşen Yücer’in sözde “Bursa Nutku”na dayanak olarak alınan 1947 tarihli kitabının kapağı. Kitaptaki “Eşiniz gibi öpünüz” başlıklı yazının başlığı.Yazar Önsöz’de yazdıklarının kulaktan dolma şeyler olduğunu böyle itiraf ediyor.
Gelelim ikinci kanıta…
Aynı kitapta geçen Atatürk’e dair “fıkra ve hâtıralar” arasında öylesine gayrı ciddileri var ki, bunların içinde yer aldığı bir kitabın siyasî tarihimizde yarım asırdır bunca fırtına koparabildiğine insanın inanası gelmiyor. Meseleyi aydınlatmak bakımından bu kitapçıkta anlatılan gerçekten tuhaf “fıkra”lardan birkaç örnek vermek faydalı olacaktır:
Gazeteci Musa Ataş, Atatürk’ün Bursa’ya son gelişinde verilen baloya, yanında hanımı ve pembe tuvaletli bekâr bir bayanla katılmak istemiş, lakin bu bayan, kavalyesi olmadığı için içeriye girememiştir. Bunun üzerine Musa Bey, gazetede çalışırken bulduğu yazara, baloya başka bir bayanla gitmeyecekse pembe tuvaletli bayanla gitmesini rica eder. Yazar da kabul eder ve kadınla kol kola baloya giderler.
Önce resmî konuşmalar yapılır. Muhabirlerin görevi, bu haberi gazetelerine yetiştirmektir. Yazar da gazetesine gitmek üzere salondan ayrılır ve işini bitirdikten sonra geri döner. Ancak dönünce ne görse beğenirsiniz! Atatürk kendi pembe tuvaletli “dam”ına pek yakın davranmakta, ona sigara ikram edip sık sık dansa kaldırmakta ve büfeye götürüp içki ikram etmektedir. Çiftin neşeleri gayet yerindedir.
Yazarımız ilk şaşkınlıktan kurtulduktan sonra Atatürk’ün yanına gider. Bu sırada arkadaşları kendisine takılır. “Atam, bu gazeteci arkadaşın damını kapmışsınız” derler yılışık bir edayla. Atatürk güya bu iddiayı kabul etmez ve yazara, pembe tuvaletli bayanın adını sorar. Yazarımız kendisinden öğrendiği ismi söyler, “Hatice” der. Atatürk “İşte” der, “kimsenin damını kapmadığımın ispatı!” Daha sonra pembe tuvaletli bayana dönüp “Lütfen isminizi söyler misiniz?” der. Bunun üzerine Bayan, isminin “Ataca” olduğu cevabını verir. Atatürk de “Gördünüz mü?” diyerek muzafferane bir tebessümle kolunu bayan Ataca’ya uzatır. (Bundan sonrasını bilmiyoruz.) Meğer tanışmaları sırasında adının Hatice olduğu söyleyince Atatürk kadına, “Ben olsam, Ata’ya bu kadar yakın olduğum için adımı Ataca kordum” diyerek adını o anda değiştirivermiştir!
Bursa Nutku taraftarları bu laubaliliği Atatürk’e yakıştırıyorsa diyecek sözümüz yok!
Kitapta geçen evlere şenlik bir başka “fıkra” ise bir öpüşme sahnesiyle dikkat çekiyor. Buna göre Atatürk 10. yıl kutlamaları sırasında Ankara Orduevi’ndeki baloyu teşrif eder. Bir ara önünde dans eden bir çift dikkatini çeker. Karı koca olduklarını öğrenince de öpüşmelerini ister. Subay olan koca, emir üzerine zoraki bir öpücük kondurur eşinin yanağına ama Atatürk beğenmez bu öpücüğü, samimi bulmaz. “Yoksa bu senin eşin değil mi?” diye çıkışır. Subay “Eşimdir” diye ısrar edince, ona şu emri verir: “O halde eşiniz gibi öpünüz!”
Böylece bize “Bursa Nutku”nun dayanağı olarak sunulan kitapçıktan Atatürk’ün Cumhuriyet balolarında insanları alenen öpüştürmek gibi bir “misyonu”nun olduğunu da öğreniyoruz.
Bir de gençliğinde sık sık gittiği Galata’daki Barba adında bir Rum meyhaneciye yıllar sonra cumhurbaşkanlığı döneminde yeniden uğradığı anlatılıyor kitapçıkta. Meyhaneci Barba bu ziyaret sırasında Atatürk’e “Mıstık” diye hitap etmiştir. Ne muazzam bir bilgi, değil mi?
Buna benzer “fıkra” değerinde hatıralarla dolu bir kitapçıktır Rıza Ruşen Yücer’in “Atatürk’e Ait Birkaç Fıkra ve Hâtıra”sı.
Şimdi soruyorum:
Eğer bu kitapçıkta anlatılanlar doğruysa, o zaman Atatürk’ün, misafirlerinin “dam”larına el koyan, bunu da gayet laubali tarzda yapan biri olduğuna hükmetmemiz gerekecektir. Ayrıca, hem de 10. yıl kutlamaları gibi resmî bir baloda, üstelik orduevi gibi ciddi bir kurumda, dahası, bir Türk subayına, herkesin önünde eşiyle öpüşmesini emrettiğini de kabul etmemiz gerekecektir. Atatürk’e sağlığında “Mıstık” diyenlerin varlığını ve onun da bu hitabı hoş gördüğünü öğreniyoruz!
Sağlıklı bilgiler içerdiğini söylediğiniz bu kitapta anlatılanlar doğruysa o zaman Bursa Nutku’ndaki “ciddi” Atatürk’ü nereye koyacağız? Tersine, anlatılanlar yanlışsa, kaçınılmaz olarak bu kadar ciddiye aldığınız “Bursa Nutku” da geçerliliğini ve güvenilirliğini yitirecektir.
Atatürk’ün Türk gençliğini anarşizme teşvik ettiği söylenen sözde “Bursa Nutku”nun kulaktan dolma bilgilerle yazılmış gayri ciddi bir kitapçık içinde yer almış olması, böyle bir “nutk”un mevcut olmadığını güvenle ileri sürmemize yetiyor da artıyor bile.
16 Ekim 2011, Pazar