Tarih, ideolojilerin otlağı haline gelirse ‘herkesin tarihi kendine’ gibi bir absürtlük ortaya çıkmaz mı? Mustafa Armağan’a göre haksız kutuplaşmalar demokratik terbiyemizi yarım bırakıyor.
Mustafa Armağan’ın yeni kitabı “Kâzım Karabekir’in Gözüyle Yakın Tarihimiz”in yayınlandığı günlere paralel olarak Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’in “resmi tarih dışında alternatif bir tarih” yazıldığını söylemesi pek çok tartışmaya sebep oldu. Armağan ile hem yeni kitabını hem de bu tartışmaları konuştuk.
1. Resmi-gayrı resmi tarih tartışmalarına sizin bakışınız nedir? “Alternatif tarih” üretilmeye çalışılıyor eleştirisinin anlamı ve hedefi ne olabilir?
Bir kere şunu bilmeliyiz ki, anormal olan, yani kuralı bozup diğerlerine egemen olan tarih, gayri resmi tarih değil, resmi tarihtir. Kaldı ki, her ülkenin bir resmi tarihi olur ve buna da alternatiflerin çıkması asla yadırganmaz. Ancak totaliter devletlerde –galiba son totaliter ideoloji bizde yaşıyor- resmi tarih diğerlerini yok ederek var olmayaı kafasına koyar. Ya onlar, ya ben! Başka türlüsü mümkün değildir ona göre. Bu yüzden alternatif tarihler tekneyi sallayan birilerinin fesatlıklarını hatırlatır totaliter düşüncelilere. Ancak demokratik veya açık toplumlarda tarih, egemen olmak için yarışan, sürtüşen ve bu dinamizmden beslenen bir çok anlatıların yarış sahasıdır. Bunların rekabeti, mücadelesi sürtüşmesi arzu edilir bir şeydir. Totaliter resmi tarih ise hem diğerlerini bastırır, hem de tek tarih ve tek doğru olmak arzusundadır. Tarih eğer bir bilim olacaksa daima yeniliklere açık olmak zorundadır, her organizma gibi o da değişimi kendini yenileme fırsatı olarak görmeli ve bu farklı girdiler olmazsa taşlaşıp fosilleşeceğinin farkına varmalıdır. Bugün maalesef “İnkılap” veya “Devrim” tarihi disiplininin geldiği nokta, bilimsel açıdan hiç iç açıcı değildir ve giderek ideolojik bir fosile dönüşmektedir. Tehlike buradadır.
Şimdi Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner’in 19 Mayıs 2011 tarihli benim gibi alternatif tarihçilere “muhtırası” –ki biliyorsunuz Aydınlık’ta Yalçın Küçük tarafından yeni 27 Mayıs olarak alkışlandı- iki bakımdan anlamsız gözüktü bana. 1) Tarihin nereye gittiğinin sorumluluğu Genelkurmay Başkanı’nın görevleri arasında yok; 2) Her Allahın günü Aydınlanma devriminden söz edenlerin, tarihe narh koymaya, yani bilimin önüne engel koyarak davulcuya veya zurnacıya kaçmasına mani olmaya kalkmalarını “esefle ve ibretle” izliyorum. Tarih ancak tarihle fethedilebilir. Muhtıra belki siyasette geçerli olabilir ama tarihte bir süreliğine müsekkin etkisi yapar ama geçince acısı daha feci olur.
Biz Takrir-i Sükun’un, 27 Mayıs’ın, 12 Eylül’ün bu anlamda tarihte hangi tahribatlara sebebiyet verdiğini biliyoruz. Arzuya göre tarih imal etmenin bedeli, gerçeğin kendini gizlemesi veya sizi dışlamasıdır. Ermeni meselesini düşünün. 1915’ten bu yana 96 yıl geçti, hiç değilse dünya çapında 9 tane sözüne itibar edilir Ermeni uzmanımız olmalı değil miydi? Bugün Ermenice bilen hiçbir tarihçimiz yok diye övünenler var. Ermenice bilmeyen tarihçilerle Ermeni meselesini yazmanın geldiği sefil nokta ortadayken, hala Latife Hanım’ın mektupları üzerindeki yasağı kaldırmayışımızı nasıl yorumlamalıyız? Bu, bir yandan dünyaya ‘bütün arşivlerimiz açık, gelin inceleyin’ derken, öbür yandan kendi ayağımıza kurşun sıkmak değil de nedir?
Onun için naçizane tavsiyem, alternatif tarihçilere gözdağı vereceklerine, onları ödüllendirsin Genelkurmay Başkanlığı. Çünkü tarih alanındaki dinamizmi onlara borçluyuz. Hatta PKK’yı kendi eliyle ürettiği gibi alternatif tarihi de kendi eliyle teşvik etmelidir bence. Yani kendi alternatif tarihini kendisi oluşturmalıdır. Tabii bu, Atatürk’ün kurdurduğu Komünist Parti gibi danışıklı bir dövüş olacaktır ama en azından rakip fikirler geliştirilebileceği (senaryo, manevra vs.) görülecektir.
Bu sözlerimden sakın birilerinden ödül beklediğim anlaşılmasın. Kimseden ödül beklediğim filan yok. Benim ödülümü zaten okurlarım yeterince veriyor. Onlar için yazıyorum ve kim ne derse desin, tek bir okurum kalıncaya kadar da yazmaya devam edeceğim.
2. Sadece Nutuk okuyan biri İstiklal Savaşı hakkında ne kadar fikir sahibi olabilir?
Bir kere 19 Mayıs 1919’dan öncesi hakkında hiçbir bilgi alamaz. İkincisi, 1919-1926 dönemi hakkında tek yanlı ve tek bir kişiyi haklı çıkarmaya dayalı bir fikir edinir . Öyle ki, bu sürece nice ferakârlıklarla giren öncüler sonunda hainliğe kadar varan ifadelerle damgalanırlar, öte yandan mücadeleye geç katılanların nasıl yüceltildiğne tanık olurlar. Bir dil sürçmesi mi diyelim? Kazım Karabekir’in uyardığı üzere Mustafa Kemal Paşa, İsmet İnönü’den da Paşa olmadan “Paşa” diye söz etmiştir Nutuk’ta. Hem de sık sık. Neden? Zira Bir Albayı Genelkurmay Başkanlığına getirmişsin, halbuki onun altında bir sürü general çalışıyor. Generallerden “Paşa” diye bahsedilirken onların komutanının “Bey" diye anılması tuhaf kaçacağı için İsmet’i erkenden “Paşa” yaptığına tanık oluyoruz. Öte yandan Sakallı Nureddin Paşa gibi değerli bir komutana verip veriştiriyor. Onu bırakın, Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Ali Fuad Cebesoy gibi Milli Mücadele’nin “İlk Beşler”i Nutuk’un sonlarına doğru iyice hırpalanır. Sebep, bir muhalefet partisi kurmaları ve tüzüğüne “İtikadat-ı diniyeye hürmetkârız” diye yazmaları.
Ben Karabekir kitabını yazmadan önce bu kadar farkında değildim. Biliyorsunuz bir cildi belgelerde oluşur Nutuk’un. Aslında belgelerin de asıllarıya karşılaştırılması gerekiyormuş. Çünkü onlarda çeşitli kesip biçmeler ve değişiklikler yapılmış. Karabekir bir telgrafının Nutuk’a alınırken içeriğin nasıl değiştirildiğine dair örnek de veriyor. Nitekim Erzurum Kongresi tutanaklarında Mustafa Kemal Paşa, Sultan Vahdettin’le arasındaki “sırlar”dan bahsediyor. Bu sırların şimdi açıklanması uygun değildir. Zaferden sonra açıklayacağım diyor. Oysa bundan bahseden kısmı Nutuk’ta yok, zaten bu sırlar da hiçbir zaman açıklanmadı.
Öyleyse Nutuk da diğer hatıratlar gibi eleştiriye tabi tutulmadan kullanılmamalı. Hiçir hatırat gerçeği olduğu gibi veremez; bu iddiada olsa bile. Nutuk da kutsal bir kitap değilse tartışılabilmeli. Yok kutsal kitapsa o zaman da onu tarihin içine sokarak kirletmeyelim.
3. Tarih güncel bir kutuplaşma vesilesi olmaktan çıkartılabilir mi?
Normalleşirse çıkabilir tabii. Ancak normalleşmesine izin verilmeli öncelikle. Yoksa tarih, giderek ideolojilerin otlağı haline geliyor. Sonuçta “Herkesin tarihi kendine” gibi eksantrik bir durum çıkıyor ortaya. Böylece demokratik terbiyemiz de yarım kalıyor.
Tarih demokrasinin öğretmenidir. Farklılıklarımızı tarih tartışmalarında görecek ve gerçekten farklı kalarak tartışmanın güzelliğini yaşayarak bir arada ama farklı olmanın önemine ikna olacağız. Biz fikirlerimizi tarihe yükleyerek tartışmayı seviyoruz, çünkü fikrimiz zayıf. Belli bir fikir ekolünden gelmediğimiz ve kamplaşarak tartışmayıa seçtiğimiz için fikirlerimiz temelde zayıf kalıyor ve bu zayıflığı tarihle telafi etmeye çalışıyoruz. O zaman hepimiz ideolojimizin fırınına odun taşıyan fedailere dönüyoruz. Ne oluyoruz? Tarihteki bir olayı şu veya bu şekilde anlamlandırmakla meşgulüz sonuçta.
Diyelim ki, Milli Mücadele’nin başlangıcını araştıracağız. Hemen gözlerimiz parlıyor: Karşı tarafın kalesine nasıl gol atacağım? Resmi tarihçi isem hemen Vahdettin’i hain ilan ediyorum, karşı isem kahraman. Oysa tarihte tarafgirlik elbette var ama olgusal düzeyde değil, buluş bağlamında, yani işe başlarken. Sonrasında olayın mantığı, belgeler, hatıralar vs. ile anlattıklarımızı delillendireceğiz. Ancak öyle olmuyor. Hükmü baştan veriyoruz, sonuca oradan gidiyoruz. İşte bunun için de kutuplaşıyoruz. Bakın bu kutuplaşma Genelkurmaydan başlıyor, bir kitap fuarındaki salona kadar iniyor. Yani derin bir kutuplaşma var.
Bunu aşmanın yolu, tarihi rahatlatacak ve alternatif bakışların önünü açacak ciddi bir adım olabilir. Herkes kendi tarihini kendi kampında değil, ortak bir platformda tartışsın. Görsün ki, karşısındakiler de en az kendisi kadar vatansever, kendisi kadar “düşünebiliyor”, dinleyebiliyor. Bunu görerek tarihi bizi birbirimize tahammüllü kılmanın anahtarı kılabiliriz.
4. Kazım Karabekir’le ilgili kitabınızın bir de ikinci cildi gelecek. Niçin önemli Kazım Karabekir?
Karabekir iki bakımdan önemi gözüküyor bana. Birincisi hakikaten vatansever, çalışkan ve kahraman, kısaca iyi bir insan. İkincisi, kahramanlığını sadece savaş alanlarında değil, elinden silahı bıraktığı zaman da devam ettirebilmesi ve bu defa kalemle mücadalesini sürdürmesi. Belki üçücünsü de hakkının yenmiş olması, mağduriyeti.
Gerçekten de 1918 Kafkas harekâtında Erzurum, Kars ve Erzincan’ı kurtarması, sınır ötesi harekata girişmesi, İstanbul’a diğer komutanlar gibi yenik değil de galip ve moralli olarak dönmesi çok önemli. İstanbul’da dilinden düşünmediği slogan “Ya İstiklal, ya ölüm”. (İddiası, bu sloganı Mustafa Kemal’in kendisinden çaldığı yönünde.) Bir an önce Anadolu’ya gidelim diyor ve paşaları teşvik ediyor. Nitekim tayini çıkıyor, 19 Nisan 1919’da Trabzon’a çıkıyor. Böylece Milli Mücadele fiilen başlamış oluyor, zira elimizdeki en kuvvetli birlikler onun emrinde. 1920 sonlarında Milli Mücadele’nin ilk zaferini Ermenilere karşı kazanıyor. İlk diplomatik zaferi olan Gümrü Antlaşması’nı da imzalayan o. Şark Cephesi komutanı.
Ancak zaferden sonra giderek gözden düşecek ve gün gelecek idam sehpalarının gölgesine yargılanacak, gün gelecek partisi kapatılacak, gün gelecek eve kapatılıp gözaltına alınacak. Ancak o bunlardan yılmadan yoluna devam edecek ve gerçekleri yazarak var kalacak. Bize onlarca kitaplık bir kütüphane bırakacak. Resmi tarihin yazmadıklarını yazacak. Kitabı toplatılıp yakılacak. Yılmayacak.
Bütün bunlar dışında Kazım Karabekir’in sevmemi sağlayan bir yönü de sımsıcak insani yönü. Gerçekten halis bir Anadolu kilimi kadar lekesiz bir hayat geçirmiş. Yardımlaşmanın önemini kavmış. Kalkınmanın dayanışmadan geçtiğini farkedip örgütlenmelere gitmiş. Doğudaki öksüzü ve yetimlere gözü gibi bakmış. Hatta bir bayram günü yolda Erzurum’daki askerlerinden biri kendini görüp elini öpüyor. Üstü başı dökülen askere üzerindeki yeşil kazağını çıkarıp giydiriyor ve yetkililere telefon ediyor: “Ben askerlerimi size böyle mi teslim ettim?” diye. Güzel bir insan bence. Bu güzellikleri daha geniş kitleler bilsin, tanısın istedim.
5. Kazım Karabekir’in Gözüyle Yakın Tarihimiz’de önceki kitaplarınızdan çok farklı bir anlatım ve üslup kaygısı var. Bu farklılık neden kaynaklanıyor?
Kitabın rahat okunması benim için önemliydi. İstedim ki, okur kitabı eline alınca bir, iki oturuşta okuyup bitirebilsin. Bunun için de bölüm başlarına, yine Karabekir’in günlük veya anılarından kimi kesitler yerleştirerek onun gündelik hayatına, öznel alanına odaklandım ve kitabı öznelden nesnele ve nesnelden öznele gidip gelerek canlı bir tempoda okunacak hale getirmeye çalıştım. Demek istediğim, “kurgu” var, evet, bu kitabı okutmak için merdiven trabzanları gibi aralara yerleştirildi ama onlar bile Karabekir’in anlattığı “gerçekler”den oluşuyor. Konuluş gayesi, bizim merdiveni çıkmamızı fark etmeden kolaylaştırmaktan ibaret.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder