Ölümünün 62. yıldönümü vesilesiyle geçtiğimiz 25 Ocak günü Genelkurmay Başkanlığı tarafından düzenlenen Kâzım Karabekir'i Anma Töreni'nde konuşan Org. İlker Başbuğ, Paşa'nın bazı sözlerini Balyoz Harekâtı İddiası'nı boşa çıkarmak için kullanmıştı.
Yalnız Sayın Başbuğ'un konuşmasında andığı sözler ile Karabekir'in orijinal ifadesi arasında bir kelimenin farklı olduğu gözden kaçmadı.
İlker Başbuğ konuşmasında Karabekir'in sözlerini şöyle aktarıyordu:
"Vatandaş! Yanlış bilgi felaket kaynağıdır. Her işin evvela hakikatini ara ve öğren, sonra münakaşasını istediğin gibi yap. Birincisi, hakikatin aranması ve öğrenilmesi konusu senin vicdanına; ikincisi ise münakaşadaki durum kişilerin seviyesine ve irfanına, bilgi birikimine dayanıyor. (...) (H)erkes (...) önce vicdanına, sonra da seviyesine, bilgisine dayanarak hareket etmeli."
Eğer bir dil sürçmesi değilse Sayın Başbuğ'un önündeki metni hazırlayan uzman, Karabekir'in bir kelimesini yanlış yazmıştır. Diyeceksiniz ki, bu tür hataları hepimiz yapıyoruz, Genelkurmay Başkanı yapmış çok mu? İyi ama biz tarihimizi böyle mi 'doğru' anlayacağız? Emrinde binlerce uzman bulunan ülkemizin en seçkin kurumlarından birinin başkanı 5 cümlelik bir alıntıda bu hatayı yapabiliyorsa işin hakikatini nasıl araştıracağız?
Geçen hafta da sormuştum: Genelkurmay'ın Karabekir Paşa açılımı iyi güzel de, onun ciltlerce kitapta ortaya koyduğu ve resmi anlatıya taban tabana zıt mahiyetteki 'alternatif inkılap tarihi'ni nereye koyacağız?
Bu yazıda "yakın tarihin Pandora'nın kutusu" dediğim Karabekir'in tezlerini daha geniş olarak ele alacağım. Aşağıdaki radikal iddialarından açıkça görülecektir ki, eğer yakın tarihimiz Karabekir Paşa gözüyle yazılmış olsaydı, bugün bambaşka türden bir inkılap tarihi okuyor olacaktık.
Ben bu yazıda bu "Cıss" diyen birilerine aldırış etmeden Karabekir'in gözüyle İstiklal Savaşı ve Cumhuriyet'in kuruluş seyrini anlatacağım. (Özet bana ait ama bilgiler tamamen Karabekir Paşa'nın kitaplarından derlenmiştir; kaynaklarını merak edenler lütfen yeni kitabımı beklesinler.)
7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa Filistin'de yenilen ordusunu perişan bir şekilde geri çekerken, Yıldırım Orduları Grubu'nun başına atandı; toplayabildiği kuvvetleri Adana'ya kadar çekti. Orada Mondros Mütarekesi'nin imzalandığı haberi geldi. Benim başında bulunduğum 15. Kolordu (eski 9. Ordu) ise elde kalan en güçlü askeri birlikti. Morali düzgündü ve yenilmemişti.
Ancak Mütarekeyle birlikte ben de İstanbul'a dönünce bu kadar karargâhsız generalin İtilaf güçlerinin avucunun içinde durmasının tehlikeli olduğunu gördüm, hepimizi birden yakalayıp Malta'ya sürseler, Doğu'dan başlayacağına inandığım Milli Mücadele'yi kim yapacaktı?
İşte bu yüzden hem Padişah Vahdettin, hem de Fevzi Çakmak, İsmet ve Mustafa Kemal Paşalarla yaptığım görüşmelerde Anadolu'ya geçmekten başka çare olmadığı fikrini işledim. Padişah 'ümidim sizde' diyordu. En ümitsizi ise İsmet Paşa idi. Köye dönüp çiftçilik yapmayı bile düşünüyordu. Fevzi Paşa ondan beterdi. İstanbul'da kalıp siyasete atılmayı düşünen Mustafa Kemal Paşa ise Şişli'deki evinde yaptığımız baş başa görüşmede (o sırada ameliyatlıydı, hasta yatıyordu) benim Anadolu'ya geçme fikrime biraz soğuk baktı ve "Bu da bir fikirdir, sonra görüşürüz" dedi.
12 Nisan 1919'da İstanbul'dan hareket ederek Milli Mücadele'yi bizzat başlattım. "Siyasî ve askerî esas planlarını tespit ettim." Bir hafta sonra 19 Nisan'da Trabzon'a çıktım. İzmir'in işgali üzerine ilk mitingi Trabzon'da düzenlettim, daha o sırada Mustafa Kemal Paşa Samsun'a bile çıkmamıştı. 1918'de Rus işgalinden kurtardığım Erzurum ve Doğu illeri bana sadıktı. Kurtuluşun Doğu'da olduğundan adım gibi emindim. Trabzon'da Miralay (Albay) rütbesinde bir Osmanlı Şehzadesi ile karşılaşmam ilginçtir. Adı, Cemaleddin Efendi idi (Abdülaziz'in torunu).
17 Haziran günü "küçük Erzurum Kongresi" toplandı. Öte yandan Amasya Genelgesi az daha başımızı derde sokacaktı, zira askerî bir ihtilal havası vardı. Bunu dünyaya kabul ettiremezdik. Oysa Wilson prensiplerine göre bizim halkla beraber, millet olarak harekete geçmemiz gerekiyordu. Asker bu harekete sadece kol kanat gerecekti.
Bunun içindir ki, sivil bir olum olmasına önem verdiğimiz Erzurum Kongresi'ne katılmadım, İstanbul'dan tutuklama emri elimde bulunan Mustafa Kemal'i "Hepimiz emrinizdeyiz Paşam" diye selamlayarak karşıladım. Mustafa Kemal Paşa sendeleyerek üzerime atıldı, boynuma sarılarak yanaklarımdan tekrar tekrar öptü, teşekkür etti. Kendisine rahatça çalışabilmesi için askerlikten istifa etmesi gerektiğini söyledim. Lakin etmedi, bunun üzerine askerlikten uzaklaştırıldı, arkasından geç de olsa istifa etmek zorunda kaldı. Böylece sivil olduğu için Erzurum Kongresi'ne katılması imkân dahiline girdi.
Erzurumlular onu, milli hareketi önlemek için İstanbul hükümetinin gönderdiğinden şüpheleniyorlardı, ben bu şüpheyi teminat vererek giderdim. Mustafa Kemal Paşa ve Rauf Bey benim etki ve baskımla üye seçildiler, M. Kemal'i başkan seçtiren de benim. Böylece Milli Mücadele, Erzurum Kongresi ile başlamış oldu. Hayret edilecek şey: Mustafa Kemal Paşa istifa etmesine rağmen askerî üniformayı ve yaverlik kordonunu üzerinden çıkarmamıştı. Bu yüzden Kongrenin başlangıcında tartışma çıktı, sonunda sivil giyinerek tekrar gelmek durumunda kaldı...
Görüldüğü gibi her cümlesi dinamit gibi olan iddialar bunlar. Resmi tarihe taban tabana zıt, her biri başlı başına bir tartışma konusu. Ancak madem inkılap tarihini Karabekir Paşa gözüyle (en azından Org. Başbuğ'un dediği gibi gerçeği arayış yöntemini göz önünde tutarak) yazacağız, o zaman iddialara biraz daha devam etmemiz gerekiyor.
Son olarak Karabekir, "Nutuk"un ilk cümleleri olan "19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktım. Genel durum ve manzara"nın kendisi açısından nasıl göründüğünü de yazmayı ihmal etmemişti. Bu radikal bir iddiaydı ve o cümleler çok şeyi anlatıyordu:
"19 Nisan 1919'da Trabzon'a çıktım. Şarktaki askeri vaziyet şöyleydi..."
Mustafa Armağan
(Zaman, 07.02.2010)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder