31 Mayıs 2011 Salı

ADANAFRANSIZLARA SATILIRKEN …

   -Osmanlı Hükümeti ekonomik krize çözüm ve acil para ihtiyacı için batılı ülkelerin kapısını çaldı.
    -Fransız Lesseps şirketi 5 milyon altın Frank borç vermeyi kabul etti.
    -Ve Mercimek Anavarza çiftliği 75 yıl süreyle Fransız şirketine işletme haklarıyla birlikte satıldı.
    -Çukurovalı Yörükler ve Türkmenler bu durumdan rahatsız oldu.
    -Adanalı eşraf ve ileri gelenler rahatsızlıklarını dile getiren dilekçe hazırladılar ve Valiliğe sundular.

     Osmanlı Arşivinde bulunan “DH.İD, D-66, G-27” kod numaralı   e  1912 tarihli dosya içinde çok sayıda Fransızca ve Osmanlıca belge bulunuyor . Belgeler arandığında içinden bir çarşaf misali insanların “feryad-u- figanlarını” yansıtan  sözler bulunan Adana halkının imzalarının yer aldığı Valiliğe sunulan belge var. Osmanlı’nın  çöküşünü, ekonomik sıkıntılar sonucu Çukurova’nın orta yerinden Anavarza kalesi yakınlarından başlayıp Kozan-İmamoğlu yolunun doğusunda kala Sırkıntı nahiyesinin içinde yer alan köyler ile Misis ve aşağısındaki Ceyhan nehri Yüreğir ovasını izleyerek Akdeniz’e kavuşan geniş bir alanda yaklaşık 1 milyon 100.000 dönümü bulan Padişah II. Abdülhamit’in ordu adına kurduğu çiftlik 75 yıl süreyle Fransız Lesseps şirketine rehin bırakılıyordu.  Ve bu durum aşağıdaki sözlere dile getiriliyordu:

    “Çukurova çiftliğinin yetmiş beş sene müddetle  bir Fransız şirkete verilmesi bütün vilayet halkını ele muhtaç ve ızdırap çeker etmiştir. Biz Adanalılar bu meselede hayatımızı ve ümitlerimizi tehdit eden en kötü sonuçlar veren felaketlerin canlandığını görüyoruz.
    Evet daha önce Trablusgarp’te yaşananlar ve sonra hala kızıl dumanlar altında yakılan mutluluklar, yırtılan servetlerle baştanbaşa bir kan ve ateş mahşeri olan Rumeli ve bahtı kara  toprağın bu kötü geleceği göz önünde durur iken artık yasacı nüfuzunun nasıl müthiş bir afet olacağını zan ederiz ki bizim de anlayacağımız vardır.  Zaten üzülerek söyleyelim ki her tarafta olduğu gibi burada da elimizdeki sabanlardan ve onların işlediği ve işleyeceği topraklardan başka altı yüz senelik hakimiyetimizi gösterecek ve o canlı bir timsal olacak hiçbir şeyde, sanat ve ticarete ait en hayatsız bir köleye bile tesadüf edilemez.  Bu acı gerçek artık saklı değil iken bir türlü anlayamıyoruz hakimiyetimizin kudret ve nişanesini zayıflatan, bize tarımda kazanç ve gelecek bırakmayan bu kadar zararlı ve tehlikeli işlere nasıl meydan veriliyor, bir türlü anlayamıyoruz.
     Acaba bu çiftliğin boş kalacağından, her zaman ziraatsiz ve boş kalacağından mı korkuluyor? Eğer öyle ise hükümet emin olmalıdır ki birkaç sene sonra ovada saban girmedik toprak kalmayacaktır. Aramızda bulunanlar da henüz bir karış toprağa sahip olmayan ve bütün gayretiyle boş kalan araziye sahip olmak isteyen binlerce yerli insan var. Daha sonra dağlarda rast geldikleri yerde çadır kuran ve ovada sefil bir hayat yaşayan 30-40.000 kadar aşiret ve nüfusu düşünmek de en büyük ve en önemli bir mesele olduğundan şüphe yok. Bunları iskan etmek  bunları kesin surette bu toprağa bağlayarak memleketi çiftçilik hayatına alıştırmak  daha ziyade uygundur. 
    Doğaldır ki gerek yerli ahali ve gerek bu göçebeleri şimdiki zaruret ve hiçlik arasında bırakmak  kuşkuya yer bırakmayarak kesinlikle doğru olamaz.  Bunun için duygularımızı açıklıyor ve yalvarıyoruz bizi hükümeti memnun etmeyecek, hükümete baş ağrısı verecek kötü hareketlere (isyana) zorlamayınız.

                  
     Bu hususta emru ferman yüce büyüğümüzündür (Valinindir)
                   
      Rumi 28 Şubat 329 (miladi-13 Mart 1913)

    Bu sözlerin yer aldığı dilekçenin altında Adana’nın önde gelen insanlarının isimleri imzaları ve mühürleri vardı.  Bağdadizade Mehmed, Mısrizade,  Sürmelizade,  Kabacızade, Harmandazade, Abdi Bey,  Hacıkadir efendizade,  Hacıhamza efendizade, İbrahim Sadık, Hacıosman beyzade Süleyman,  Kurdzade Mehmet, İmamzade. Akarcalı Hacı, Leblebicizade Durmuş, Çolakmüftizade, Şerifağazade, Kenanzade, Abdiefendizade, Kaplanzade, Güleklizade Şeyh Garip… Ve Adananın zengin Ermenilerinden  Artin Bezdikyan, Avadis Gülbenkyan, İstepan Bezdikyan gibi…

    Adanalıların Valiliğe verdiği dilekçe içinde yer alan “…dağlarda rast geldikleri yerde çadır kuran ve ovada sefil bir hayat yaşayan 30-40.000 kadar aşiret ve nüfusu düşünmek de en büyük ve en önemli bir mesele olduğundan şüphe yok. Bunları iskan etmek  bunları kesin surette bu toprağa bağlayarak memleketi çiftçilik hayatına alıştırmak  daha ziyade uygundur” Çukurova’yı vatan yapan insanların 700 yıl gibi uzunca süren bir tarih boyunca yaşadıkları ve sonunda da vatanın elden gidişi karşısında perişan ve fakir durumda kaldıklarının ifadesidir.  Bunlar Yörükler, Türkmenler, veya göçebe Abdallar, Araplar, çingeneler, Noğay Tatarlarıdır. Adı Karatekeli, Akçakoyunlu, Berber, Sırkıntı, Kırıntı, Lek, Hacılar, Kaçar, Manav, Horzum, Kaçar olan…1912 yılında Osmanlı zaruretten dolayı Çukurova’yı Fransızlara satıyor, vatan elden gidiyor ve insanlar isyanlarını, feryatlarını kalemle kağıda döküyor, mühür basıp imza atarken bile yönetime olan tarihi uyarılarını kızgınlık içinde yerine getiriyorlardı. Özetle: Osmanlı yangın yeri ve Çukurova’da viraneye dönüşmüştü. Toprakların asıl sahiplerinin aç ve perişan oldukları bir zaman yaşanıyordu.

     POZANTI VADİSİNDE YÜRÜYEN ASKERLER

    Sonra aradan yıllar geçti ve Mondros anlaşmasının imzalanması ile birlikte (30 Ekim 1918) Osmanlı ordusu Arabistan cephesinde peşpeşe yenilgiler almış, ordu bozulmuş, hayatta kalan askerler perişan bir halde memleketine dönüyor. Medine- Şam-Halep yolunu izleyerek Adana’ya gelen ve Taşköprü başında el sıkışarak “Tertip, ölmez de sağ kalırsam, seni evinde ziyaret ederim” diyen askerlerin vedalaşması göz yaşartan bir manzara idi. Elbiseleri yırtık, ayakkabılarının ipi bile kopmuş, düğmeler sarkmış, sakalları saçları birbirine karışmış bu insanlar Türk askerleri idi. Yaya yürürken başları sargılı veya kolları bağlı bir halde idi. Yanlarında bulunan at onlar için iyi bir yoldaş idi. Bir dere kıyısında veya yolda atın pisliğini elleri ile temizliyor, içinden çıkacak arpa tanelerini yakında bulunan dere suyuyla yıkayarak yemeye çalışıyorlar. Bunların sayısı bir değil, beş değil, yüzbinler…Ve onları bekleyen milyonların hikayesi fotoğrafa yansıyanlar. Perişan bir halde yürüyorlar, memleketlerine ulaşmak için. Karaman’a, Kastamonu’ya, Niğde’ye, Sivas’a…Veya yakınlardaki Pozantıya bağlı Kamışlı’ya, Maraş’ın dağ köylerine gidecekler..Bunlar geçmiş tarihi kimliklerinde Yörük, Türkmen olan insanların torunları. “Türküm” diyen ve vatanları için kefenini boyunlarında taşıyan isimsiz kahramanlar. her şeye rağmen son bir ümit yine onların vereceği mücadelede…Bu hikaye burada bitmez dercesine…

Hiç yorum yok: