4 Haziran 2011 Cumartesi

ALACA NIN YOLLARINDA

-Mart 1918 başlarında Ermeni silahlı komitacılar Erzurum'un Alaca köyünü bastılar.
-İnsanlar hayvan ahırına dolduruldu. Ve hayvanların sırtlarına benzin döküldü, ateşe verildi.
-İnsanlar yanan hayvanların tekmeleri ile vahşice öldürüldü.
-Olay sonrası insan cesetleri kömürleşmiş bir haldeydi.
-Ve Kazım Kardaber olay yerine geldi.

9Mart 2005 çarşamba günü sabahın ilk ışıkları ile birlikte uyandım. Misafir kaldığım şeker fabrikası binasındaki odamın perdesini hafifçe araladığımda karşımda bulunan çam ağaçlarının üzerinin bembeyaz karla kaplı olduğunu gördüm.  Elimle pencere camı üzerindeki buğulanmış nemi silerken dışarıda olup bitenleri ve yaşananları hayal etmeye başladım. Ve aklıma gelen ise Evliya Çelebi’ye ait bir hikayenin kulaklara fısıldanan  sözleri idi: 2Mart ayında Erzurum o kadar soğuk olur ki, bir kedi damdan dama atlarken havada donup kalmış”…
Havanın soğuğuna aldırış etmeden ağaçlar üzerinde uçuşan kargaların çıkardığı sesler sanki köşe kapmaca oynayan haylaz çocukların birbirlerine yaptıkları şakanın yüksek sesle yansıması idi. Birazdan misafir kaldığımız binaya Alaca Kaymakamı Mustafa Erkayran geldi.
Sayın Erkayıran ile yıllar öncesi tanışıklığımız vardı. Çukurova’nın bir diyarından Kadirli’nin Cığcık köyünden olan Erkayıran hem hemşerim ve hem de arkadaşım sayılırdı. Erzurum coğrafyasını tanımak ve tarihte yaşananları hissetmem için çağırmıştı beni görev yaptığı Alaca’ya… Sayın öğretmen Yusuf Delikoca ile birlikte Ilıca ilçesine gelmiştik. Sadece kitaplarda okuyarak bilgi sahibi olduğumuz bir coğrafyanın içinde gözlerimi açtığımızda görünen her şey ilgimizi çekiyordu.
Kaymakamın tahsis ettiği araba ile karlı yolları aşarak yakınlarda bulunan Alaca köyüne gitmeye başladık. Ana yolun kıyısında bir mezarlıkta Türk bayrağı sessiz ve sakin duruyordu. “Şehit mezarı olmalıdır” diye düşündüm.  O kadar çok kar yağmıştı ki. Evlerin bacaları bile görünmez bir haldeydi.  Ova içinden kıvrılarak akan Karasu ırmağının kendi yatağına doğru gidişini seyretmek beni duygulandırdı. “İşte gelip gidiyoruz, şen olasın Erzurum şehri” derler ya, bizimkisi de o misal… Şimdi Erzurum’un Ilıca ilçesi Alaca köyü’ne  karlar arasında bulunan yoldan giden yolcular gibiydik. Kıvrılarak giden yolun kıyısında gözüme ilişen bir mezarın yanında durdum. Yusuf Hoca, yürüyerek mezarın yanına vardı. Eliyle mezar taşı üzerindeki donmuş kar parçasını sıyırdı. 1915 yılında  “şehit düşen” bir Türk kumandanının mezarı idi. Bir yol kıyısında sessiz ve sakin kendi  ebedi aleminde yaşamaya devam eden bir Türk kumandanı. Kimdir nicedir,ne yapmıştır! Soruların sordum kendi kendime. Gözlerimi karşımda bulunan tepelere doğru çevirdim. Her yer bembeyaz kar yığını. Yürümeye kalksanız birkaç metre ilerlemeniz bile mümkün değil. Bir yandan soğuk bir yandan yağan kar ve üstüne insanın iliklerini donduran tipinin insan üzerindeki tesirlerini düşünmeye başladım. Yanıbaşımızdaki bir tepenin eteğinde ebedi uykusundaki Türk kumandanının son nefesini nasıl verdiğini düşünmek bile  tüylerimi diken diken etti.
 
     Arabamız yavaş yavaş da olsa ilerledi. Karşımızda bir tepenin eteğinde Alaca köyü göründü. Ön tarafındaki ovadan Karasu ırmağı akıp gidiyordu.  Köyün giriş yerinde bir “Soykırım Müzesi” vardı.  10 Mart günü yapılacak tören için hazırlıklar yapılıyordu.
Dışarda kar lapa lapa yağarken arabadan dışarı çıktım. Muhtarın “Hoş geldiniz” sözleri karşısında elimi uzatırken, bıyıkların karla bembeyaz olmuş hali insanların heyecanlarını ve duygularını dondurmamıştı.  Muhtar ile köy içinde gezinti yaptık. Üç yerde Ermeni komitacılar tarafından öldürülmüş Türklere ait toplu mezarların bulunduğu yer olduğunu öğrendim.  Muhtar büyüklerinden duyduğu bilgileri yavaş yavaş anlatırken düşüncelerimiz de o günlere gidiyordu. “Evlerinden toplanan çocuk, kadın ve yaşlı insanlar -biz hayvan ahırlarına “merek” deriz- toplanmışlar.  Kurşunlar,bombalar atılarak öldürülen insanlara daha sonra süngüler batırarak öldürmüşler.Köyün üç yerinde toplu mezar çıktı.” Diyordu.
 
Sonra Alaca köyünde yaşanan olaylarla ilgili kitaplara uzandı elim. 1O mart 1918 tarihinde Kazım Karabekir Paşa’nın kaleminden çıkan ve belgeye yansıyan  sözler karşısında irkildim:
 “ Facianın en müthişi burada idi. Süngülenmiş veya takılmış cesetlerin cesetlerin başındaki ağlaşma  ve bağrışmalar insanın tüylerini ürpertiyordu.Süngülenmiş memedeki çocuklar kucağına almış analar saçlarını yoluyorlardı. Sanıyorum ki, yeryüzünde bu kadar feci bir sahneyi gören gözler pek azdır. Biz bu kanlı manzaranın  karşısında elem duymuş insanlardanız. İnsanların iyi duygularından mahrum kalınca, hayvanlardan daha vahşi bir yaratık olabileceklerini ibretle seyrettik”…    Tarihi belgeler yaşanmış bir acının feryatlarını haykırıyordu. 12 Mart tarihli ordu raporunda yazılanlar ise ibret verici düşündürücü bir olaylı gözler önüne seriyordu: “ Ermeniler bu köyde ele geçirdikleri 278 islamı evlerine kapatarak, hepsini öldürmüşler. Ayrıca 42 islam yine hanelerinde pek ağır yaralı bulunmuştur. Öldürülenler arasında ırzlarına tecavüz edildikten sonra öldürülerek ciğerleri duvara asılmış genç kızlar,karınları deşilmiş hamile kadınlar, beyinleri akıtılmış ve vücutlarına benzin dökülerek yaralanmış çocuk ve erkekler bulunmuştur”!... 
     Aradan geçen onca yıl sonra 1985 Mayıs ayı başında Alaca köyüne gelen tarihci Enver Konukçu, olayı yaşamış bir çocuk iken geçen yıllar sonrası saçları ağarmış İsmail GÜRCAN’ın yaşadıkları ve hatıralarını dikkate alarak “yaşanmış bir olayı” ortaya çıkarma belgeleme çalışmalarını sürdürdü.  İsmail GÜRCAN, olaylar esnasında anası ile birlikte evlerinden alınan ve köy meydanında anasının kucağında kurşunlanan… olay sonrası karnından süngü yarası alan ama “ölmüş ananın kolları arasında” ölümden kurtulan bir kişi idi.  Cesetlerin bulunduğu yeri gösteren İsmail Bey’in anlattıklarını doğrulamak için yol arabası (kepçe) köye geldi. Toprağı kazımaya başladı.  Birkaç santim aşağıdan insan kemikleri çıkmaya başladı. Kafatasları,kollar bacaklar… Hamaylı adı verilen kuran yazılı kağıtlar, saç bağları,  ayyıldızlı resmin bulunduğu tütün tabakası çıkıyordu. İsmail Bey, cesetlerden çıkan kafataslarından birisini eline alarak “Bu benim anamın” derken gözyaşları yanağından aşağı döküldü.
Yıllar varki gelip geçende… İsmail Bey, olaydan sonra çeşitli mesleklere girdi çıktı. Hatıralarını oğlu Ali GÜRCAN’a anlattı. Ali Gürcan’ın aktardığı bilgiye göre “ Babam derdi ki, ilerde bir Türk-Ermeni savaşı çıkarsa sakın olaki sizler Ermenilerin bizlere yaptığı  vahşeti yapmayın, onlarda insan” düşünceseni sözlü bir vasiyet gibi söyledi.
Alaca’da… Ilıca’da…Erzurum’da gördüğüm duyduğum hemen her şey “gözyaşlarıyla sulanan vatan topraklarının kutsallığına inanan yiğit insanların haykırışları idi”. Sonraki günlerde Alaca’dan ayrılırken yine karga sesleri ve lapa lapa yağan karların  çam ağaçları üzerindeki bembeyaz  görüntüsü vardı.  Yıllar sonra gerç kaymakam Mustafe Erkayran’ın çalışma odasında mesai arkadaşlarına söylediği “ Yöremizde çilek üretimini teşvik ediyorum.Tarımı çeşitlendirmek, üretimi artırmak, insanlarımızı daha kazançlı işlere yöneltmek lazım” derken  umut olmak istiyordu insanlara 21. yüzyılın başlarında.

Hiç yorum yok: